İnsan Doğası Derken Neyi Kast Ediyoruz? – Taner Beyter

//
2574 Okunma
Okunma süresi: 6 Dakika

Uzun zamandır insan doğası üzerine birkaç notu bir araya getirme yönünde bir planım vardı. Özellikle siyasi tartışmalarda gördüklerim ve işittiklerim bu tür bir plan yapmama sebep oldu. Öyle ki birçok siyasi tartışmada, karşıt yaklaşımlar bir tür insan doğası anlayışına yaslanarak hareket etmeyi bazen örtük bazen ise açık bir biçimde tercih ediyor gibi görünüyor.

Verili bir insan doğası anlayışına yaslanmak çoğu zaman potansiyel birçok sorunu beraberinde getirir, özellikle “normatif olanın” ne olması gerektiği gibi. Siyasi tüm yaklaşımlar, bir anlamda normatif olanın ne olması gerektiğiyle ilgilidir; “Hangi ekonomik model?”, “Hangi politik eylem?” veya “Hangi insan ihtiyaçları?”.

En temelde şu soru hala cevaplanmamış gibi duruyor; “İnsan doğası nedir?”, “İnsan doğası derken ne kast ediliyor?” İnsan doğası ile ne kast edildiğini biz de tam olarak bildiğimizi iddia etmiyoruz, birçok yorumcu farklı anlamda bir kullanımı tercih ettiği için öne sürdükleri iddialar bazen oldukça farklı sonuçlara denk düşebiliyor. Yine de “insan doğası”nın ne olduğunu bir dizi genel eğilim örüntüleri üzerinden konuşabilirmişiz gibi duruyor.

1) Eğer insan doğası diye bir şey varsa ilk aklımıza gelen şu olsa gerek; insanlar çoğunlukla içinde yaşadıkları toplumsal şartlanmışlıklar ve kodlar ile düşünmeye eğilimlidir, 1700’lü yılların başında yaşamış bir Fransız için Fransız Devrimi, 1800’lü yılların sonunda yaşamış bir Osmanlı için Cumhuriyet veya 1800’lü yılların başında yaşamış bir Rus için Bolşevik Devrimi ne kadar gerçekçi ve olası olurdu? Ortalama denilebilecek yaşam standardına sahip insanlar büyük değişim/dönüşümleri çoğunlukla imkânsız görme eğilimindedir. İnsanlarda, var olan şartlar çıkarlarına olsun ya da olmasın çoğunlukla “sürekliliği” ve “istikrarı” arzulama eğilimi baskındır.

2) Bir önceki maddeyle de ilişkili olarak çoğunlukla, sosyal organizma olmanın “tartışmalı izlerini” taşıdığımız söylenebilir. Sosyal aidiyet duygusu bazen, çıkarımız ve rasyonel seçimlerimizin önüne geçebiliyor. Bir an olsun avcı-toplayıcı atalarımızın hayatta kalmak/avlanmak için yaptıkları hazırlıklar ile derbi maçına hazırlanan holigan taraftarların hazırlıklarını gözünüzün önüne getirin. Darp ve ölümler, kamu malına zarar vermek, maddi olarak yetersiz koşullarda yapılan tercihler (bilet, şehirler arası yolculuk vb.) ne kadar rasyoneldir veya kişinin çıkarınadır? Bir itiraza hak vermemek elde değil, sosyal aidiyet duygusu her zaman için olumsuz sonuçlar doğurmaz, olumlu birçok eylem için de motivasyon kaynağıdır; ancak bu eğilimin öngörülemez ve kontrol edilemez sonuçları olduğu neredeyse kesindir.

3) Refah anlayışımız ve empati yönümüz çoğunlukla yakın çevremiz ve tanıdıklarımıza öncelik verir. Eğer bu eylem, insan doğası olarak tanımlanan kavramın bir parçasıysa, insan doğası gerçekten de vardır diyebilirdim. Birçok araştırma sonucunda, borç para verme davranışlarında en önemli değişkenlerden birinin, “ne kadar borç verdiğimiz” veya “parayı geri alıp alamayacağımız” değil “kime borç verdiğimiz” olduğu yönünde bulgulara ulaşılmıştı. Daha önemlisi insanlar ellerindeki paranın ortalama %28’ini paylaşma eğilimindedir; ama borç isteyen kişi bir tanıdığımız veya aile dostumuz ise bu oran giderek artmaktadır. Kimileri bu eğilimi güven olarak tanımlar. Tam bu noktada yakınlarımıza öncelik tanımak ile güven duygusu arasındaki pozitif korelasyonun, “borç verdiği parayı geri almayacağımızı” bilsek dahi ne üzerine kurulu olduğunu sorabiliriz. (Giphart, Van Vugt: 291)

4) Çoğunlukla geleceğe değil de bugüne ve içinde bulunduğumuz ana odaklanıyoruz. Kimileri Walter Mischel’in ünlü Marshmallow Deneyi’ni hatırlayacaktır. Bir grup çocuğa birer marshmallow verildikten sonra ister şimdi yiyebilecekleri isterlerse yemeden önce biraz daha bekleyerek 15 dakika sonra ikinci bir marshmallow daha alabilecekleri söylenmiş. Bu deneyin devamı niteliğindeki  araştırmada, kendilerini tutarak marshmallowu hemen tüketmeyen çocukların ileride daha “başarılı” (maddi durum ve statü) oldukları saptanmış. Bu deneyin oldukça tartışmalı olduğunu ben de kabul ediyorum ancak çoğunlukla tüketim toplumcu ve fazlasıyla carpe diem’ci bir eğilimin, günümüz dünyasını biçimlendirdiği yönündeki savları ve argümanları değersiz görmüyorum. Bir an olsun Greta Thunberg’i bir kenara bırakalım; küresel ısınma ve fosil yakıtların günümüz ve geleceğimizin dünyasındaki etkilerine karşı yaygın kitlelerin bu derece duyarsız olmasının sebebi nedir? (Bir keresinde Küresel Isınma’nın tamamen bir komplo teorisi olduğuna yönelik bir felsefecinin radikal şüpheciliğe yaslanan iddialarını dinleme nezaketini göstermiştim, halihazırda bu nezaketimin pişmanlığını hissediyorum).

5) Çevremizdeki diğer insanları izlemiyor, çoğunlukla onların davranışlarını kopyalıyoruz. Avcı toplayıcı dönemde kabilemizdeki diğer insanlar aynı yöne bakıyorsa, bizim de aynı yöne bakmamız beklenildik bir davranıştı; belki de o yönden yırtıcı hayvanlar geliyor ya da bol miktarda besin bulunuyor olabilirdi. Ancak son yıllarda bu davranış örüntüsünün moda davranışlar ile iç içe geçtiğini düşünmek için birçok haklı gerekçemiz olabilir. Moda davranışların ne kadar çok arttığı, ne kadar hızlı yayıldığı ve unutulduğuna hepimiz dikkat etmişizdir. Bir kaşık tarçını yiyerek konuşmaya çalışanlar, saçlarına jöle sürüp ilginç şekiller veren gençler, selfie çekerken hayvan filtreleri kullananlar veya dar-kısa paça pantolon giyen erkekler … Türümüzün diğer bireylerini kopyalamak, Amerikalı psikolog Solomon Asch’in klasik uyum deneylerinde de sık sık gözlemlenmiştir. Deneklerin çoğu yanlış olduğunu bildikleri seçimleri, grubun çoğunluğuna uyumlu davranmak adına tercih etmekten çekinmemiştir.

Buraya kadar ifade ettiklerimiz psikoloji, antropoloji ve sosyoloji ile ilgilenenlerin bildiği türden söylemler içeriyor. Şimdi tüm bu iddialarımız ile oyun teorisi kavramlarından tragedy of the commons (ortak malların trajedisi)’ı beraber düşünelim. Amerikalı çevrebilimci Garrett Hardin sayesinde daha bilindik hale gelen bu kavram, 1833 yılında matematikçi William Forster Lloyd tarafından öne sürülmüştü. Bu kavramı daha iyi anlamak için otlak örneğini verelim. Herkese açık bir otlakta hayvanlarını otlatan bir çiftçi, sahip olduğu hayvanların sayısı arttığında bundan karlı çıkacağını bilir, daha fazla süt, daha fazla yün ve daha fazla et. Ancak bu eylem aynı otlağı kullanan diğer çiftçiler için zararlıdır, çünkü diğer çiftçilerin hayvanlarının otlayabileceği alan daralacak ve ot sayısı giderek tükenecektir. Böyle bir durumda diğer çiftçilerde hayvan sayısını arttırmaya çalışacaktır ve doğal olarak otlakta otlayan hayvan sayısı bir hayli artacak; otlaklığın verimi düşecektir. Sonuç olarak bu durum bütün çiftçilerin zararınadır. Kimileri için tek bir çiftçinin kişisel kar hırsı, farklı eylemlerin doğmasına sebep olmuş ve ortak malların trajedisi ile (otlaklık alanın tamamen verimsizleşmesi) sonuçlanmıştır. Balıkların neslinin tükenmesi, tatlı su alanlarının yok olması, çölleşme ve küresel ısınmaya sebep olan fosil yakıtlar salan fabrikalar bu dünyamız için ortak malların trajedisini yaratan insan doğasının sonucu olabilir mi?

Verili bir insan doğasının olup olmadığını, insan doğası derken neyin kast edildiğini hala bilmiyoruz. Biz oldukça tartışmalı bir kavram olan bu ifadeyi kullanmanın ne derece makul olduğu üzerinde duruyoruz. Verili bir insan doğası var ise bu doğa, normatif olanın ne olması gerektiği mi yoksa ne olmaması gerektiğine mi işaret ediyor? Eğer insan doğası söyleminin normatif bir içeriği yoksa tartışmalarda ona yer vermemiz hala gerekli mi?

  • Giphart R., Van Vugt M, (2018), Uyumsuzluk, çev. Mustafa Özen Paloma Yayınları.

 

1 Yorum

  1. insanın içinde yaşadığı tüm faktörleri çıkarırsak insan doğası diye bişey kalır mı ?

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Yanlış Anlaşılan Üç Teist Filozof: Aquinas, Pascal ve Paley – Berat Mutluhan Seferoğlu

Sonraki Gönderi

Aristoteles Geri Dönüyor: Çağdaş Bilime Neo-Aristotelesçi Bakış Açıları – Tim Crane

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü