- Kitabın Adı: Çağdaş Zihin Felsefesi Tartışmaları
- Yazar: Prof. Dr. Özgüç Güven
- Basım Tarihi: Aralık 2023
- Yayınevi: Vakıfbank Kültür Yayınları
- Sayfa Sayısı: 320
- Barkod: 9786256385252
- Satın Alma Bağıntısı: Çağdaş Zihin Felsefesi Tartışmaları
Giriş
Sağduyu sahibi birçok insan, bilinci dolaysız bir şekilde deneyimlediğimiz öznel açıdan bakıldığında varlığından şüphe edeceğimiz en son şey olduğunu bilir. Bununla birlikte bilinci bu kadar dolaysız bir şekilde deneyimlememize rağmen tam olarak deneyimlediğimiz şeyin ne olduğunu dile getirmek kolay bir şey değildir. Basitçe kafamızın içinden dış dünyaya “bakan” şeye bilinç diyoruz. Dış dünyaya dair öznel bakış açımızdan hissettiğimiz bedensel hareketlerden göz aracılığıyla elde ettiğimiz algısal deneyimlere kadar uzanan geniş psikolojik bir gerçekliğe sahibiz. Korkularımız, acı ve ızdıraplarımızdan mutlu ve sevinçli hallerimize kadar uzanan bu deneyim çeşitliliğini bilinç yoluyla deneyimleriz. Dahası, bilinçli deneyimlerimiz, uyanık olduğumuz sürece bize eşlik eden iç sesimizle ilişkili olan, hatta rüyalarımızda dahi bize eşlik eden bir fenomendir. Neredeyse kesintisiz bir şekilde devam eden bu öznel deneyim akışı eğer bir yanılsamaysa bile bu yanılsama, gerçekliğin vazgeçemeyeceğimiz bir parçasıdır.
Şimdiye kadar bilince dair söylediğim her bir cümle tartışmalıdır. Çağdaş Zihin Felsefesi Tartışmaları işte bu tartışmalı konuları ele alıyor. Kitabın içeriğine girmeden önce birkaç tartışmayı sadeleştirerek anlatmayı uygun görüyorum. Bunu, bilincin bilimsel ve felsefi arka planını vererek yapacağım. Ayrıca “izah gediği” (explanatory gap) sorununu öne çıkararak zihin felsefesi tartışmalarının nerede düğümlendiğini göstermeye çalışacağım. Daha sonra da ilgili kitap bölümlerinin ana hatlarını ortaya koyacağım. Bunun yaparken bir kitap özeti ortaya çıkarmayı amaçlamadığım için her bölümden bir ya da iki tartışmayı ele almakla sınırlı kalacağım. Benzer biçimde ne kitabın yazarının düşüncelerine ne de kitaptaki felsefi ve bilimsel bilinç kuramlarına doğrudan eleştiri getirmeyi hedefliyorum.
Zihin Felsefesi Tartışmalarının Bilimsel ve Felsefi Arkaplanı
Felsefenin meşru görevlerinden birisi bilimsel teoriler de dahil olmak üzere düşüncenin sınırlarını araştırmaktır. Ancak düşünce tarihi, bize evrenin tam açıklamasını veren felsefi sistemlerle doludur, bu yüzden bir filozofun rolü entelektüel açıdan tevazu göstererek düşüncenin sınırlarını doğru bir şekilde kurmayı hedeflemelidir.
Felsefi Arkaplan
Modern bilimler ortaya çıkmadan önce konu zihnin tuhaflığı olduğunda getirilen açıklamalar dönemin bilimsel dünya görüşüyle pek uyumlu olmadığı ve bu uyumsuzluğu ikici öğretilerle açıklanmaya çalışıldığı söylenir. Düşünce tarihinde Descartes gibi kimi filozoflar, giriş bölümünde betimlediğimiz öznel psikolojik gerçekliğimizi fiziksel dünyaya referansta bulunmadan açıklanması gereken, özü zihinsel olan ayrı bir şey olduğunu düşünmüşlerdir. Günümüzde kötü şöhrete sahip bu düşünceye basitçe ikicilik (dualism) diyoruz. İkiciliğin en popüler savunucusu olan Descartes’a göre zihinsel töz ya da ruh, şekil, büyüklük gibi niceliksel özelliklerle ifade edilemeyen uzamsız olan basit bir yapıdadır, zihin basit ve parçasız bir yapıda olduğu için maddi ve uzamlı bir dünyaya ait olamaz. Bununla birlikte Descartes’ın dönemindeki doğa bilimi anlayışında tek değişim türü yer değiştirme olduğu için mekanik süreçlerle açıklanan pasif bir doğa anlayışında zihin gibi aktüel ve basit bir varlığa yer yoktur.
Descartes’ın düşünceleriyle doğa biliminin ilişkisi bu incelemenin konusu değildir. Bu noktada vurgulamak istediğim şey, düşüncenin basitliği ve öznelliğiyle birlikte ikiciliğin doğa bilimlerinden nasıl türetildiğini göstermektir. Yani düşünceye ve öznelliğe yer açmayan doğa bilimi anlayışlarının, düşüncenin öznelliğini gerekçelendirmek söz konusu olduğunda ikici kuramlar için güçlü bir motivasyon kaynağı olduğudur.
Bu noktada ikicilik için iki problem bulunur. Bunlardan birincisi açıklama problemidir. Örneğin, maddenin içinde “düşünce” yoksa ve düşünce dediğimiz şey ruha aitse ruhun düşündüğünü nasıl hayal edebiliriz? Ruhun nasıl bir doğası vardır ki düşünceye yani öznel deneyimlere sebep olur? İkinci problem ise klasikleşmiş üzere etkileşim problemidir. Buna göre, uzamsız ve maddi olmayan bir şey maddi dünya ile nasıl etkileşime girebilir? Bu türden bir etkileşim, çevremizde gezinen Hayalet Casper’dan daha anlaşılamaz gibi görünür. [1] Bu yüzden ikici öğretiler bilincin gizemini açıklıyor gibi görünse de yaptığı şey (en azından ilk bakışta) daha fazla bilinmezlik ortaya koymaktır, dolayısıyla bu incelemede ikiciliği kendi sorunlarıyla baş başa bırakacağız. Nitekim ilgili kitabın “giriş” bölümünde bu konu detaylıca tartışılmaktadır.
Tartışmanın Bilimsel Yönü
Günümüzde beynimizin içindeki her şeyi kendisine konu edinen deneysel psikoloji ve bilişsel bilimler özellikle de sinirbilim alanındaki çalışmalarda kayda değer başarı elde edilmiştir. Bu durum göz önüne alındığında modern bilimler “felsefi spekülasyon” diyebileceğimiz ikici öğretilerden çok daha fazlasını sunuyor gibi görünür. Aslında bu düşünce kısmen yanıltıcıdır. Çünkü insan beyninin dışsal koşullardan etkilendiği ve insan beynindeki değişimlerin bizim psikolojimizi değiştiriyor olduğu olgusunu modern bilimlere borçlu olduğumuz söylenemez. Descartes dahil olmak üzere modern bilim öncesi herhangi bir insan, yaşadığı bir dönemde dahi bir evin balkonundan insanın kafasına düşmesi ve benzeri olayların bayılma ve hafıza kaybı gibi durumlara neden olacağı zaten bilmekteydi. Sonuç olarak ikici öğretiler asıl gücünü doğa bilimlerinin eksikliklerinden değil, düşüncenin öznelliğine referansta bulunan öznel zihin durumlarından almaktadır. Aynı şekilde ikici öğretilerinin aleyhine olan açıklanabilirlik ve etkileşim problemleri de pozitif bilimlerle doğrudan bir ilişkisi bulunmadığı sonucuna varabiliriz.[2]
En zararsız haliyle ikicilik, bize zihinsel olguların tuhaflığını anlamamızı sağlar. Nitekim zihin felsefesi tartışmalarında ikicilik sonucuna ulaşmadan indirgemecilik karşıtı birçok argüman öne sürülmüştür. Bu argümanların savunucuları, maddi dünyanın bilincin yeterli açıklamasını vermediği gerçeğinden yola çıkan ama aynı zamanda da ikiciliği benimsemeye hevesli olmayan filozoflardır. Bunlardan en popülerleri izah gediği, zombi varsayımı, zor sorun, Mary’nin odası ve Kripke’nin düşünülebilirlik argümanlarıdır. Kitapta detaylıca ele alınan ve her biri günümüzde de güncel şekilde tartışılan bu argümanların ortak özelliği bilimsel araştırmaların bilinç sorununu çözümünde yanıltıcı olduğunu, indirgemeciliğin en yumuşak tabirle eksik olduğunu ima eder. Bu incelemede sorunu belirginleştirmek adına kanımca bulduğum en güçlü argüman olan izah gediğine değinmekle sınırlı kalacağım.
Günümüz bilimleri genel olarak indirgemeci bir araştırma programı içinde gerçekleştirilir ve doğası gereği olumsal bir yapıdadır. Dolayısıyla bu tarz bir bilim anlayışından çıkarılan felsefi sonuçlar iyi temellendirilmediği taktirde metodolojiden ontolojiye sıçrama sorununa sebep olur. Bunu sıçrayışın tuhaflığını anlamak için ilk olarak David Eagleman’ın Incognito’da bahsettiği radyo kuramını ele alalım: Bu düşünce deneyi şans eseri modern toplumdan uzak bir yerlinin transistörlü radyoyla karşılaşmasını temel alır. Buna göre, transistörlü bir radyoyu eline alan bir yerli, onun tuşlarını karıştırır, ne olup bittiğini anlamak için içini açar ve sesin nerden geldiğini anlamaya çalışır. Bu yerli, seslerin kaynağının bu radyodaki parçalardan geldiğini anlamakta zorluk çekmez ve bu yüzden bir telsizin çalışma prensibini gün geçtikçe daha iyi anlar. Fakat sorun da tam burada başlar: Bu yerli telsizi araştırarak gözlemlenemeyen radyo dalgalarını keşfedebilir mi? Daha da önemlisi bu radyo dalgalarının radyo kulesi sayesinde çalıştığını sadece telsize bakarak anlayabilir mi? Metodolojiden ontolojiye sıçramak işte bu noktada meydana gelir: Eagleman’ın söylediği gibi telsiz üzerine araştırma yapan kişi metafiziksel açıdan bir tür radyo maddeciliğini savunur. Bu yüzden bilinç sorununun beyinle ilişkisini ele alarak çözmeye çalışmak, radyo maddecisinin telsiz kulesini ve radyo dalgalarını keşfetmeye çalışmasına benzer. [3]
Radyo kuramı epistemik açıdan indirgemecilik karşıtı bir örnek olsa da bilincin /radyonun fiziksel olmayan bir doğası olduğu ima etmez, yaptığı şey düşünce deneyi aracılığıyla başarılı bir şekilde çözümün umutsuzluğunu göstermektir. Bu kötümser pozisyon, düşünce deneylerinden bağımsız bir şekilde bilincin beyin aktivitelerine indirgenemeyeceği, izah gediği altında da savunulur. Bu argüman, epistemik gerekçelerle ortaya atılsa da ontolojiyle de ciddi gerilim içerir.[4]
Bu argümanı öne sürmeden önce ilkin su ve H2O arasındaki ilişkiyi ele alalım. Suyun nasıl donduğunu basitçe söz konusu moleküllerin birbirine sıkıca bağlı olmasıyla, onun nasıl aktığını ve diğer maddelerle nasıl etkileşime girdiğini de bu şekilde açıklarız. Bu noktada neden su iki hidrojen ve bir oksijenden meydana geldiğini sorgulamak tuhaf gelir insana. Bunun nedeni suyun oluşturucularını mantıksal açıdan zorunlu olacak biçimde tarif edebildiğimiz için yeterli bilgimiz vardır ve çoğumuz bu olguya şaşırmaz bile. İşte izah gediği, basitçe suyu moleküler seviyede betimlediğimiz gibi beyni betimleyemeyeceğimizi söyler. Çünkü suyun iki hidrojen ve bir oksijenden meydana geldiğinde şaşırmayız fakat bizim öznel dünyamızın da benzer bir şekilde nöronların ürünü olması suyun şaraba dönüşmesi kadar şaşırtıcıdır. Nasıl fiziksel olandan öznel bir perspektif, bir bakış açısı ve deneyim çeşitliliği çıkar?
Giriş bölümünde değindiğimiz gibi son derece çeşitlilik içeren deneyimlerin eşlik ettiği bir iç dünyamız vardır ve bu çeşitlilik uyurken dahi kabuslarımızda deneyimlediğimiz korkulardan en mutlu rüyalarımıza kadar devam eder. Fakat üçüncü şahıs perspektifine geçtiğimizde bu çeşitlilik ve farklılık yok olur. Ortada sadece bir takım sinirsel uyaranlar ateşleyen ve nörotransmiter salgılayan beyin hücreleri vardır ve bu “varlıklar” beynin farklı bölgelerinde aktif olmaları dışında birbirinden ayırt edilemez gibi görünürler. Sonuç olarak izah gediğinin söylediği şey: İçsel dünyamızda deneyimlediklerimize dair yaptığımız kategorik ayrımlar ile beynin işleyişi arasında kapatılamaz bir uçurum olduğudur.[5]
“Çağdaş Zihin Felsefesi Tartışmaları” Kitabını Neden Okumalısınız?
- İncelediğimiz eser, ana dilimize çevrilmemiş birçok filozof ve bilim adamının zihnin doğasına dair düşüncelerini içerdiği için yabancı dili yetersiz olan ama konuyla ilgilenen okuyuculara oldukça yardımcı olabilir.
- Zihin felsefesine giriş niteliğinde eserleri okumuş, problemin bilimsel ve felsefi arka planına dair temel düzeyde bilgisi olan okuyucular, bu kitabı konu hakkında ortaya konulan düşüncelere geniş bir pencereden bakmak amacıyla okuyabilir.
- Kitabın sadece içindekiler bölümünde dahi bu konuda araştırma yapmış 20’den fazla felsefeci ve bilim adamının görüşlerini ana hatlarını öğrenebilir.
- Kitabın yazarı, her filozof ve bilim adamının görüşlerini onun birincil derece kaynaklarına atıf yaparak ele aldığı için, kitapta bir ileri okuma listesi bulunmasa da, ileri düzey araştırma yapmak isteyen okuyucuyu doğru kaynaklara yöneltebilir.
Kitap Analizi
- Giriş
- 1. Bölüm: Erken Dönem İkicilik Karşıtı Yaklaşımlar
- 2. Bölüm: Bilinç
- 3. Bölüm: Yeni İkicilik
- 4. Bölüm: Panpsişizm
- 5. Bölüm: Yeni Fizikselcilik
- 6. Bölüm: Sonuç ve Tartışma
1. Bölüm: Erken Dönem İkicilik Karşıtı Yaklaşımlar
Eserin bu bölümü zihin felsefesi tartışmalarının erken döneminde alınan ikici olmayan felsefi pozisyonları içermekte. Bunlardan birincisi zihinsel durumları, davranışları betimleyen dışsal terimlerle açıklamayı hedefleyen felsefi davranışçılıktır. İlk olarak felsefi davranışçılığı etkileyen Ludwig Wittgenstein, Carl Hempel ve Gilbert Ryle’ın düşünceleri, daha sonra da Rowland Stout’un, çağdaş davranışçılık diyebileceğimiz öğretileri ele alınmakta.
Sonrasında ikici olmayan yaklaşımların savunduğu felsefi teoriler ele alınmakta. Bunlardan birincisi belki de en önemlisi özdeşlik teorisidir. Kısaca özdeşlik teorisi zihin durumları ile nörofizyolojik durumları bir ve aynı olarak benimser. Buna göre zihinsel süreçlerle nörolojik süreçler arasında bir ayrım yoktur ve bu yüzden beyinde meydana gelen süreçleri açıkladığımızda geriye açıklanması gereken bir şey kalmaz. Örneğin: Acı = C tipi sinir liflerindeki iletim. Ullin Tomas Place ve John Jamieson Carswell Smart gibi filozoflar bu türden bir özdeşlik teorisini savunmaktadırlar.
Bu iki filozofun öğretileri ele alındıktan sonra özdeşliğin katı yorumunu benimsemeyen Donald Davidson’un öğretileri ele alınmaktadır. Katı olmayan özdeşlik teorisi ya da indirgemeci olmayan tekçilik diyebileceğimiz bu düşünce, kabaca zihinsel olayların katı psikofiziksel yasalarının olamayacağını savunur. Ona göre her zihinsel olay fiziksel olayla özdeştir ama her fiziksel olay zihinsel olayla özdeş değildir. Bu yüzden zihinsel olanların fiziksel olanlara bir tür üst gelenliği (supervenience) vardır.
İkicilik karşıtı olan başka bir yaklaşım işlevselciliktir. İşlevselcilik, özdeşlik teorisine ve indirgemeciliğe alternatif olarak insan zihnini, işlevsel roller ve etkileşimler üzerinden ele alır. Bilgi işlemsel işlevselcilik, insan zihnini veri işleyen bir programa benzetirken nedensel işlevselcilik ise zihni nedensel çalışan bir ağ olarak ele alır. Bununla birlikte işlevselcilik ve fizikselcilik arasında zorunlu bir ilişki bulunduğu söylenemez. David Malet Armstrong ve David Lewis gibi filozoflar nedensel işlevselciliği fizikselliği kabul ederken Jerry Fodor ve erken dönem Hilary Putnam’ın görüşleri fizikselliği içermez. Genel olarak işlevselciliğin indirgemeci olmadığını savunanların temel motivasyonu biyolojik yapılarla sınırlamayan ve böylece robotlar gibi yapay varlıklar için bilinci olanaklı kılmayı amaçlayan bir teori ortaya koymaktır.
2. Bölüm: Bilinç
Kitabın ikinci bölümü ilk olarak bilincin sinir bilimsel temelini analiz etmekte. Bu bölüm bilinç ile beyni ilişkilendirilirken kullanılan öznellik, benlik, üst düzey düşünüş gibi kavramların açıklamalarıyla başladıktan sonra bilincin sinirbilimde yeri, beyinle ve sinir hücreleriyle ilişkisi üzerinden sinirsel karşılığı analiz edilmektedir.
Bölümün ikinci aşamasında ise bilinçle ilgili deneysel çalışmalar ele alınmaktadır. Bilindiği üzere beyin ile bilincin nasıl bir ilişki içinde olduğunun bütüncül bir açıklaması mevcut olmadığı gibi, beynin çok katmanlı bir yapıda olduğunu gösteren sinirbiliminde kabul görmüş yerleşik bir paradigma da bulunmamaktadır. Yine de bu konuda iyimser olmamızın temel nedeni beyin görüntüleme araçlarının başarılı sonuçlar vermesi. Bu olgu, değineceğimiz bilinç kuramların temelinde yatmaktadır.
Bilincin sinirsel karşılığını araştıran Francis Crick ve Christof Koch bu alanın öncülerindendir. Onlara göre dikkat mekanizması ve görsel farkındalık bilincin sinirsel karşılığını bulmak için odaklanılması gereken noktalardır. Bilincin fiziksel temellerini araştıran başka bir kuram ise Bernand Baars’ın bütüncül çalışma alanı kuramıdır. Bilinçlilik ve bilinçsizlik yarımını temel alarak geliştirilen bu kuram, beyindeki bilinçsiz sinir ağlarından bilincin nasıl meydana geldiğini araştırmayı amaçlar. Ona göre beyinde bilincin bir “merkezi” yoktur. Bilinç, birlikte çalışan sinirsel ağların bir ürünüdür. Stanislas Dehaene’ın kuramı ise, Baars’a benzer bir motivasyonla neden bazı bilişsel görevlerin bilinçliliği gerektirdiğini araştırır. Victor Lamme’ın yinelenen işleme kuramı, epilepsi ve ayrık beyin vakalarından yola çıkarak kişi merkezli bakış açılarının bilinci ölçmek için sinirbilim verilerinin öncelenmesi gerektiğini öne sürer. Ned Block ise fenomenal bilinç ve erişim bilinci ayrımı yaparak sorunun üzerine gider. Buna göre fenomenal bilinç deneyimsel olan deneyimlenen duygular, hazlar ve acılar gibi niteliklerdir. Buna karşın erişim bilinci bir zihinsel durumun akıl yürütme, karar verme ve davranışları yönlendirme yetisine karşılık gelir. Birincisi kişiye özelken ikincisi diğer zihin durumlarınca erişilebilirdir. Block, çeşitli olgular ve düşünce deneyleri aracılığıyla görüşlerini meşrulaştırır, vardığı sonuçlar bu incelemenin sınırlarını aşacak kadar geniş ölçeklidir.
Görüldüğü üzere her deneysel bilinç kuramı, aynı beyni ele alıyor olsa da birbirleriyle bağdaşmayan sonuçlara ulaşmaktadır. Bu yüzden deneysel bilinç kuramlarındaki bu farklılıklar yeterince kabul görmüş indirgemeci bir deneysel kurama ulaşmaktan şimdilik uzaktadır. Bu durumda bilincin felsefi temelleri de en az deneysel temeller kadar ciddiye alınması gerekmektedir.
3. Bölüm: Yeni İkicilik
Üçüncü bölüm Saul Kripke, David Chalmers, Thomas Nagel, JosephLevine ve Colin McGinn’in öğretileri ışığında bilincin felsefi temellerini indirgemeci yollarla açıklanamayacağını ya da bilincin fiziksel olandan fazlasını içerdiğini öne süren düşünürler ele alınıyor. Bu analizde sadece Kripke’nin argümanına ve genel olarak indirgemeci olmayan görüşlerin temelinde olan qualia ve izah gediği sorununa değineceğiz.
İndirgemeci olmayan görüşleri destekleyen en temel kavramlardan birisi deneyimin öznelliğini betimleyen nitelceler (qualia) tartışmasıdır. İndirgenemezliği savunan birisi kırmızı renginin nasıl deneyimlendiği, bir dondurmanın tadı gibi kişiye özgü zihin durumlarının dışarıdan gözlemlenebilir bir yapıda olmadığını kabul eder çünkü bu deneyimler birinci tekil bakış açısından anlaşılabilir. Birincil tekil bakış açısı açısından öznellik, bilincin nesnel temelini göstermenin önündeki en büyük engellerden biridir. Thomas Nagel’ın Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir? (What Is It Like to Be a Bat?) makalesi, var olmasına rağmen erişimin insanlara kapalı olduğu Yarasa olmak gibi öznel zihin durumlarının indirgemeci açıklamasının olamayacağını öne sürer. Buradan yola çıkarak erişimin olmadığı öznel durumların indirgemeci açıklamasını yapılamayacağı sonucuna varır.
Bu düşüncelerine ek olarak düşünce deneylerinden beslenmeyen indirgemecilik karşıtı felsefi argümanlar da vardır. Saul Kripke, basitçe acı ve acının sinirbilimsel açıklaması olan C sinir liflerinin ateşlenmesi arasında tam bir karşılık olmadığını öne sürer. Ona göre su ve H2O arasında kurulan özdeşlik bağlantısıyla acı ve C sinir liflerinin ateşlenmesi arasında kurulan bağıntı aynı değildir. Kripke’ye göre aralarındaki en temel fark birinin deneyimleyen özneye ihtiyaç duyarken diğerinin böyle bir koşulu gerektirmemesidir ,dolayısıyla acı ile acı duyumu arasında da doğrudan bir benzerlik kurulamaz.
Kripke’nin argümanının detayları bu kitap analizinin sınırlarını aşacağı için bunlara girmeyeceğiz. Özetle deneyimin deneyimleyene olan bağlılığı özdeşlik teorileri ve indirgemeci araştırma programları için ciddi sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Joseph Levine, Kripke’nin bu argümanlarının metafiziksel açıdan kuvvetini yumuşatarak epistemik bir düzeye çekmek amacıyla izah gediği tezini ortaya koyar. Ona göre ortada metafiziksel bir sorun değil, maddeciliğin sınırlarında çözülmesi gereken bir sorun vardır, bu sorun fiziksel süreçler ve öznel deneyim arasındaki uçurumla ilgilidir. İndirgemeciliği benimsemeyen başka bir filozof olan Colin McGinn, bu uçurumun nasıl kapatılacağı konusunda olumlu düşünmez. Ona göre bilinç, doğa üstü bir fenomen olmasa bile, beyindeki nöronların toplamının öznel deneyimi ortaya çıkarması açıklanabilir bir şey değildir, bunun temel nedeni bilişsel yetilerimizin, öznel deneyimin bu iki boyutunu birleştirmeye kapalı olmasıyla alakalıdır.
4. Bölüm: Panpsişizm
Önceki bölümde ele alınan “yeni ikici” pozisyonu savunan filozoflar bilincin biricik yapısını ve onun indirgenemezliğini hem epistemik hem de metafiziksel açıdan savunmaya hevesli olsalar da bilinci doğaüstü bir fenomen olarak görmeye de bir o kadar da çekimser bir tutum sergilemektedirler. Bunun temel nedenlerinden birisi, belki de en etkili olanı ikici pozisyonları kabul etmeye çekimser yaklaşmalarıdır.
Eğer bilinci maddi olarak açıklayacak bütüncül bir kuramımız yoksa ve ikiciliğin getirdiği çözümler ortaya çıkardığı sorunları karşılamıyorsa alternatif açıklamalara ihtiyaç vardır. İşte bunlardan birisi panpsişizmdir. Türkçe karşılığı tümbilinççilik olan panpsişizm basit bir prensiple ilerler. Buna göre bilinç, uzayzaman gibi evrenin temel bir özelliğidir. Bu görüş basit gibi görünse de açıklama yöntemi basitlikten oldukça uzak gibi görünmektedir. Evrendeki temel bileşenin tam olarak “nerede” olduğu, kaynağının nereden geldiği ve madde ile nasıl bir ilişkisi olduğu gibi sorulara cevap vermeye çalışır. İşte beşinci bölüm, bu görüşü savunan Bertrand Russell, David Chalmers, Gregg Rosenberg, William Seager, David Ray Griffin, Timothy Sprigge ve Thomas Nagel’ın görüşleri ele alınmakta.
Bu analizde panpsişist görüşleri savunan filozofların açıklamalarının karmaşıklığından dolayı detaylıca değinmeyeceğiz. Okuyucunun bu bölümü okurken genel olarak sorması gerek sorular şunlardır: Bilincin açıklanamayan yönlerine dair getirilen panpsişist çözümler, görüşler maddeci görüşlerin eksikliğini ve ikici görüşlerin anlaşılamazlığına karşı daha iyi bir çözüm getiriyor mu? Evrendeki bilinç parçacıkları toplanarak nasıl tekil bilinçleri ortaya çıkarıyor? Eğer bizim gibi tekil bilinçli özneler varsa bu özneler nasıl daha küçük tekil öznelerden oluşabilir? Evrenin temel özelliği olarak bilinç nasıl bir yapıdadır ki bütün çeşitli deneyimler evrendeki en küçük parçacıklardan galaksilere kadar kapsamlı bir şekilde yayılabilir? Kanaatimce bu sorular, ikiciliğe göre daha kolay cevaplanabilir sorular değildir.
5. Bölüm Yeni Fizikselciler
Yazar, zihin felsefesi tartışmalarında felsefi sorunları ele aldıktan sonra en son fizikselciliğin getirdiği çözüm yollarını ele alıyor. Ele aldığı fizikselcilerin arasında Paul ve Patricia Churcland çifti, Giulio Tononi, Valerie Gray Hardcastle, David Papineu, Daniel Dennett, Thomas Metzinger, Roger Penrose, Nicholas Humphrey ve Francisco Varela’nın görüşleri ele alınıyor. Daha önceki bölümde yaptığımız gibi bu bölümde de öne çıkan birkaç pozisyonun ana hatlarını göstereceğiz.
Fizikselci dünya görüşünün birkaç temel ortak noktası bulunuyor. Bunlardan birincisi ve en önemlisi bilimsel dünya görüşünün doğru olduğu varsayımıdır. Bu varsayımdan bilimsel bulguları temel alan ve onları önceleyen bir felsefe anlayışı türetmektir. Buradan yola çıkarak amaçlanması gereken şey bilincin beyinde “nerede” olduğu ve hangi sinir hücrelerinin bilinçle ilişkili olduğudur.
Bu varsayımlarla bilincin zor sorunları ya da açıklanamazlığını betimleyen izah gediği gibi meseleler söz konusu bilimsel dünya görüşüne bağlı kalmamaktan kaynaklanmaktadır. Genel olarak bir şeyin nasılını bulduktan sonra onun niçinini düşünmenin, yani niçin su h2o ile formüle edilir demenin bilimsel dünya görüşüyle uyumlu olmadığı savunulmaktadır.
Düşünce deneylerine karşı fizikselci pozisyon, indirgemeci olmayan diğer görüşlere göre olumlu baktığı söylenemez. Bunun en temel nedeni öznelliği öne çıkaran kavanozdaki beyin, Mary’nin odası, felsefi zombilerin olanaklı olduğunu gösteren düşünce deneylerinin güncel sinirbilim bulgularıyla uyumlu olmamasıyla ilişkilidir. Bu düşünce deneylerine genel olarak mantıksal olanaklılıkla fiziksel ya da olgusal olanaklılık ayrımı yapılarak karşı çıkılır. Genel olarak beynin bedenden ayrı varoluşu ve öznellikten yoksun zombilerin var olması mantıksal açıdan olanaklı olsa da fiziksel açıdan, güncel bilimsel veriler göz önüne alındığında olanaksızdır.
Fizikselciliği savunan düşünürler (Tononi gibi istisnalar dışında) aynı zamanda deneyimlerin öznelliğini gerekçelendirirken içebakış yönteminin yeterince güvenilir olduğu varsayımına karşı çıkar. Örneğin, santimetreden, hatta milimetreden çok daha küçük ölçekli alanları betimleyen uzunluk türlerine iç gözlem yoluyla ulaşamayız, yani genel olarak iç gözlem baz alınarak fiziksel varlıkların ayrıntılarını açığa çıkaramayız.
Benzer olarak fizikselciliği daha radikal bir şekilde savunan Dennett’ın davranışçılığı da sezgilerimizin düşündüğümüz kadar güvenilir olmadığını öne sürer. Dahası Dennett, bilimsel bilinç kuramlarındaki “merkeziyetsiz” görüşlere benzer olarak bilinci beyindeki özel bir yerle değil zihinsel içeriklerin etkileşimli ve ilişkisel doğasıyla tanımlayarak bir merkez düşüncesini kabul etmez. Bilinç ve benlik gibi kavramlar tutarlı bir anlatı oluşturma sürecinin bir yan ürünüdür. Genel olarak bilincin öznelliğini betimleyen düşünce deneyleri, merkez düşüncesini baz alarak ortaya konulan hatalı düşünme biçimleridir. Dolayısıyla makul olan şey sezgilerimize uygun bir bilinç bilimi aramaktansa elimizdeki bilimin kapsamını geliştirmektir.
Bitirirken
Kitabın sonuç bölümü genel olarak tartışılan konulara dair Özgüç Güven’in kendi görüşlerini içermekte. Bu bölüm yeterince kısa tutulduğu için yazarın görüşlerini ele alarak tekrara düşmeyi doğru bulmadım. Zihin felsefesi tartışmaları şimdiden bir insan ömrünün yetmeyeceği kadar geniş bir kapsama ulaştı. Son yüzyılda zihin üzerine olan görüşlerimiz basitleşmek yerine daha da çeşitlenip karmaşıklaştı ki bu nedenle “zihin felsefesi” diye bir alandan bahsedebiliyoruz. Okuyuculara şimdiden keyifli okumalar diliyorum.
Notlar:
- Sayıları az olsa da günümüzde ikiciliği savunan felsefeciler de vardır. İkiciliğin çağdaş savunusu için: Richard Swinburne Beden Miyiz, Ruh Muyuz? (Are We Bodies or Souls?), İz Yayıncılık,2024.
- Yine de “ayrık beyin vakaları” gibi durumlar bilincin bütünlüğünü vurgulayarak savunulan ikicilik için karşı örnek olarak ele alınabilir. Konuyla alakalı Türkçe dilde yazılmış detaylı bir tartışması için: Aykut Alper Yılmaz, Ruhçu Düşünceye Karşı Bir Argüman Olarak Ayrık-Beyin Vakası, Kader, Cilt: 20, Sayı: 1, 2022, ss. 96-112.
- David Eagleman, Incognito: Beynin Gizli Hayatı, çev. Zeynep Arık Tozar, Domingo Yayıncılık, İstanbul, 2013, ss.224-227.
- Joseph Levine izah gediğinden(kitapta açıklayıcı boşluk olarak bahsediliyor) ilk kez 1983’te kaleme aldığı “Materialism and Qualia: The Explanatory Gap” makalesinde bahseder. İzah gediğinin ontolojiyle gerilimli olduğu kısım da tam olarak burada yatar çünkü birkaç on yıl geçmesine rağmen Levine,(bir tür belirimciliği savunuyor olsa da) izah gediği hakkındaki düşüncelerini değiştirmiş görünmemektedir. Bu konu bir kitap incelemesini fazlasıyla aştığı için kaynak göstermekle yetineceğim: “Joseph Levine: “A Posteriori Physicalism and the Explanatory Gap”, forthcoming in Uriah Kriegel, ed., Oxford Handbook of the Philosophy of Consciousness.
- Antti Revonsuo, Foundations of Consciousness, Taylor & Francis Group , Routledge, New York, 2018, ss.4-6, 44-45.
Yazar: Yusuf Topsakal
Editör: Berk Celayir
Diğer Kitap İncelemelerimizden Bazıları:
- Kitap Analizi: “Dil Felsefesi III: İkinci Wittgenstein’da Gramer Paradigması” Hakkında Bir İnceleme Yazısı – Bilal Bekalp
- Kitap Analizi: Hans Reichenbach, Fizik Felsefesi’ne Giriş / İstanbul Konferansları – Taner Beyter
- Kitap Analizi: Makinedeki Hayalet / Zihin Felsefesine Giriş – Taner Beyter
- Kitap Analizi: Madde ve Bilinç / Zihin Felsefesine Güncel Bir Bakış – Taner Beyter
- Kitap Analizi: Keşke Hiç Olmasaydık / Var Olmanın Kötülüğü – Taner Beyter
- Kitap Analizi: Analitik Felsefe Nedir? – Taner Beyter
- Baudolino Romanının Tahlili Üzerine Felsefi Bir Deneme veya Kendime Dair Bazı Notlar – M. Maşuk Aktaş
- Kitap Analizi: “Allahsız Ahlak Olabilir mi?” Kitabının Eleştirisi – Talha Gülmez
- Kitap Analizi: “Araştırmanın Alfabesi” – Melinda Gülsüm Esen
- Kitap Analizi: “Yapay Zekâ Miti” – Melinda Gülsüm Esen
- Kitap Analizi: “Aklın Üç Yüzü” – Musa Yanık
- Kitap Analizi: Bilim Her Şeyi Açıklayabilir mi? – Musa Yanık
- Kitap Analizi: Ahlak Felsefesinde Tanrı Nerede? – Musa Yanık
- Aristoteles’in “Nikomakhos’a Etik” Kitabındaki Düşünceleri – Hasan Hüseyin Albayrak
- Kitap Analizi: “Peygamberliğin İspatı: Haber Delili” Kitabının Metodolojik ve Felsefi Eleştirisi – Yasin Şahin