Ünlü Düşünce Deneyleri, Metaforlar ve Paradokslar Bölüm 1: Zihin Felsefesi – İbrahim Yeşua Özçelik & Alparslan Bayrak

Bu içerik Analitik Felsefe’nin farklı disiplinlerinde (etik, din felsefesi, zihin felsefesi, epistemoloji vb) yer alan ünlü düşünce deneyleri, paradokslar ve metaforlara dair hazırladığımız bir derlemenin ilk bölümüdür. Felsefedeki bazı fikirleri daha anlaşılır kılmak veya ilgili problemin sınırlarını daha belirgin hale getirmek adına düşünce deneyleri, metaforlar ve paradokslara başvurmak birçok açıdan oldukça yararlı. Bu aynı zamanda okuyucunun zihin egzersizi yapmasına da fırsat vermektedir. İlerleyen günlerde diğer disiplinlere dair hazırladığımız içerikler de yayında olacak, iyi okumalar.

/
2491 Okunma
Okunma süresi: 23 Dakika

Mary’nin Odası:

Zihin felsefesindeki en etkili düşünce deneylerinden biri hiç kuşkusuz Avustralyalı felsefeci Frank Jackson tarafından formüle edilen (1982) “Mary’nin Odası” düşünce deneyidir. Literatürde “Bilgi Argümanı” olarak adlandırılan[1] fizikalizm karşıtı argümanın en önemli örneklerinden biridir. Bilgi argümanının izi ise John Locke’un ifadelerine dek sürülebilir.[2]

Mary’nin düşünce deneyini şöyle özetleyebiliriz: Bir sebepten ötürü hayatı boyunca siyah beyaz bir odada tutulan Mary adında zeki bir bilim insanın var olduğunu düşünelim. Bu siyah-beyaz odada her şeyi ile tamamen siyah-beyazdır (Bir bakıma Mary tam bir Beşiktaş taraftarı gibidir. Onun için yer siyah ve gök beyazdır). Mary’nin aldığı eğitimle bu siyah-beyaz odada siyah beyaz kitaplar ve araçlarla görmenin nörofizyolojisi üzerine fiziksel olarak bilinebilecek tüm bilgiyi öğrendiğini düşünelim. Böylece o, bir insanın görme deneyimi yaşadığında, gelen ışığın dalga boyu, retinanın uyarılması, merkezi sinir sisteminin çalışma prensipleri, beyinde gerçekleşen nörolojik hadiseler gibi fiziksel sürece dair her şeyi bilmektedir.

Bu noktada düşünce deneyi bizleri farklı bir noktaya götürür: Bir gün Mary’nin bu odadan çıktığını ve dışarıdaki rengarenk dünya ile karşılaştığını hayal edelim. Bu durumda ne olurdu? Örneğin, Mary bir kırmızı elma gördüğünde yeni bir şey öğrenir miydi yoksa öğrenmez miydi?

İşte bu soru Jackson’ın düşünce deneyinin kilit noktasıdır. Hatırlarsanız düşünce deneyi bize Mary’nin siyah-beyaz odadayken görmeye dair bilinebilecek tüm fiziksel bilgiye sahip olduğunu düşünmemizi söylemişti. Eğer Mary odadayken görmeye dair tüm fiziksel bilgiye sahipse ve aynı zamanda odayı terk ettiğinde yeni bir şey öğreniyorsa o zaman öğrendiği bu şey fiziksel olamaz; çünkü Mary halihazırda odadayken görmeye dair bilinebilecek tüm fiziksel bilgiye sahipti. Dolayısıyla bilgi argümanını savunanlar buradan hareketle her şeyin fiziksel olduğunu söyleyen fizikalizm görüşünün hatalı olduğunu ileri sürerler. 

Daha Fazla Okuma İçin:

Tufan Kıymaz, “Fizikalizme Karşı Bilgi Argümanı” https://onculanalitikfelsefe.com/fizikalizme-karsi-bilgi-argumani-tufan-kiymaz/

Profesör Frank Jackson İle Röportaj https://onculanalitikfelsefe.com/profesor-frank-jackson-ile-roportaj/

Torin Alter, “Fizikalizme Karşı Bilgi Argümanı” (Internet Encyclopedia of Philosophy), https://onculanalitikfelsefe.com/fizikalizme-karsi-bilgi-argumani-torin-alter-internet-encyclopedia-of-philosophy/


Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir?:

Zihin Felsefesi denildiğinde Thomas Nagel’ın ve “Yarasa olmak Nasıl Bir Şeydir” adlı meşhur makalesinin isminin zikredilmemesi mümkün değil gibi görünmektedir. Nagel, zihin felsefesindeki her bir indirgemeci yaklaşımın sahip olduğu bir analojinin bulunduğunu, fakat bu analojilerin gözden kaçırdığı bir gerçek olduğunu ileri sürer. Bu nedenle ona göre bu indirgemeci yaklaşımlar bilinci açıklamada başarısız olurlar.

Nagel’a göre bir organizmanın bilinçli bir deneyime sahip olduğundan söz edebilmek için “o organizma olmak gibi bir şeyin mevcut olması gerekir.” Farklı bir şekilde ifade edildiğinde, bir organizma temel olarak “ancak ve ancak o organizma olmak diye bir şey –o organizma için olan bir şey– varsa bilinçli zihinsel deneyimlere sahiptir.” Nagel bunu “deneyimin öznel niteliği” şeklinde adlandırmaktadır.[3] Söz konusu deneyimin öznel niteliği fiziksel olana indirgenemez gibi görünmektedir, bunun en temel sebebi her bir öznel olgunun temel olarak tek bir bakış açısı ile ilişkili olup nesnel bir kuramın bu bakış açısını yakalamada başarısız olmasıdır.[4]

Nagel, işaret ettiği noktanın (bir başka deyişle “o organizma olmak gibi bir şey” durumunun) daha iyi anlaşılması adına yarasalar üzerinden bir örnek sunmaktadır. Bunun temel nedeni, yarasaların bizler gibi memeli canlılar olmaları ve filogenetik ağaçta bize yakın olmaları nedeniyle onların deneyim sahibi olduklarından kuşku duymayacağımızı varsaymasıdır. Bununla birlikte yarasalar diğer türlere kıyasla bize daha çok benzemelerine karşın yine de bizden oldukça farklıdırlar. Nagel yarasaların deneyim sahibi olduğu inancının “yarasa olmak” diye bir şeyin var olduğu düşüncesine dayandığını belirtir.

Gelinen noktada bugün yarasalara dair pek çok bilgiye sahibiz. Onların çevresiyle nasıl etkileşim kurduğunu, dış dünyayı (sonar[5] veya ekolokasyon[6] aracılığıyla) nasıl algıladığını biliyoruz. Nagel’ın makalesindeki anahtar soru şudur: Sahip olduğum tüm bilgi ışığında Yarasa olmanın nasıl bir şey olduğunu bilebilir miyiz? Bu soruya verdiği yanıt olumsuzdur. Nagel şunu ekler: “Ancak yarasa sonarı, şüphesiz bir algı türü olmakla birlikte, sahip olduğumuz herhangi bir duyuya işleyiş açısından benzer değildir ve bizim öznel bir şekilde tecrübe ya da hayal edebileceğimize benzediğini düşünmek için herhangi bir neden yoktur.” Haliyle bu da yarasa olmanın nasıl bir şey olduğu deneyimini bilebilmemiz açısından önemli bir güçlük oluşturmaktadır.[7]

Nagel’ın bu düşünce deneyi ile söylemeye çalıştığı şey şudur: Hayal gücümüz biz insanların sahip olduğu deneyimler temelinde çalışır. Bu da onun deneyimlerimizle sınırlı olduğunu gösterir. Dolayısıyla yarasaların sahip olduğu sonar sisteminin nasıl çalıştığını bilsek bile, kendi deneyimlerimizden hareketle “yarasa olmanın nasıl bir şey olduğunu” veya onların deneyim dünyasının neye benzediğini bilemeyiz. Nagel bunu şöyle ifade eder:

“Bunu hayal etmek, sadece benim bir yarasa gibi davranmanın nasıl bir şey olacağını düşünmeme yardımcı olabilir. Ancak konumuz bu değildir. Ben, yarasa olmanın, bir yarasa için nasıl bir şey olduğunu bilme arzusundayım. Fakat bunu hayal etmeye çalıştığımda, kendi zihnimin kaynaklarıyla sınırlanırım ve bu kaynaklar bu iş için yetersizdir.”[8]

Sonuç olarak, bu düşünce deneyinden hareketle salt insani deneyimlerimizle veya zihinsel kaynaklarıyla yarasa olmak gibi bir şeyin ne olduğunu bilemeyeceğimiz ileri sürülmektedir.

Daha Fazla Okuma İçin:

Thomas Nagel, Zihin ve Evren, Çev. Çev. Özge Çağlar Aksoy, Jaguar Yayın Kitap, 2015.

Robert Van Gulick, Bilinç (Stanford Felsefe Ansiklopedisi), https://onculanalitikfelsefe.com/bilinc-stanford-felsefe-ansiklopedisi-robert-van-gulick/


Uçan Adam:

Zihin felsefesindeki önemli düşünce deneylerinden bir diğeri ise İbn Sina’nın ortaya koyduğu ve “Uçan Adam Metaforu” olarak adlandırılan düşünce deneyidir. Kitâbü’n Nefs adlı eserinde geçen bu düşünce deneyini şöyle özetleyebiliriz:

Tanrı tarafından bir şekilde havada asılı duracak şekilde yaratılan bir kişiyi düşünelim. Bu kişi dış dünyadan tamamen izole bir durumda, havada asılı bir şekilde durmaktadır (yer çekimi olmayan bir ortamda bulunan bir kişinin durumuna benzetilebilir). Ancak bu kişi sadece dış dünyadan tamamen izole olmakla kalmamakta, gözleri kapalı ve organları da birbirine değmeyecek şekilde asılı durmaktadır. Dolayısıyla bu kişi hiçbir duyuma haiz olmayacaktır. Buna karşın bu kişi fiziksel varlığından habersiz kendi varlığının bilincinde olarak var olduğunu bilecektir.

Descartes’ta da oldukça benzer bir örneğine rastladığımız bu düşünce deneyiyle İbn Sina, ruhun maddeden bağımsız bir cevher olduğunu göstermeye çalışır.[9] Bu düşünce deneyinde İbn Sina’nın işaret ettiği şey, bu kişinin, “varlığını delillendirirken ne vücudunun bir parçasına ne de harici hiçbir şeye başvurmamış olmasıdır.”[10] Dolayısıyla İbn Sina açısından “varlık fikri her ne kadar akıl ve deneyime dayanılarak elde edilse de aslında aklımızın veya ruhumuzun bizzat nesnesi ve mutlak bir sezgisidir.”[11]

Daha Fazla Okuma İçin:

Peter Adamson, “İbn Sina Zihin-Beden Problemine Dair Bize Ne Öğretebilir?”, https://onculanalitikfelsefe.com/ibn-sina-zihin-beden-problemine-dair-bize-ne-ogretebilir-peter-adamson/

Mehtap Doğan, İbn Sina Metafiziğinde Nefs-Beden Düalizmi Üzerine Bir Zihin Felsefesi Değerlendirmesi, İlahiyat Tetkikleri Dergisi, C. 49, 2018.


Turing Testi:

Sanırım pek çoğumuz sahip olduğu akıllı telefonlar aracılığıyla hayatımızı kolaylaştırması için geliştirilen yapay zeka teknolojisini kullanmış veya “Hey Siri” diye başlayan konuşmada yapay zeka Siri’yi imana getirmeye çalışan sohbetler kurgulayan kişilerin videolarını izlemişizdir. Şüphesiz bu da beraberinde kaçınılmaz olarak “acaba makineler düşünebilir mi?” sorusunu gündeme getirir.

Bu soru, zihin felsefesindeki önemli sorulardan biridir; çünkü bazı yaklaşımlar bunun mümkün olduğunu iddia etmektedir. Örneğin, bilincin işlevsel roller ile açıklanabileceğini ve bu işlevlerin farklı yapılarda da çalışabileceğini ileri süren “İşlevselciler” için bu mümkündür. Bu konuda en çok başvurulan örnek hiç kuşkusuz modern yapay zekanın babası olarak adlandırılan Alan Turing’in 1950 yılında Mind dergisinde yayınlanan “Hesaplayan Makine ve Zeka” adlı meşhur makalesinde öne sürdüğü “Turing Testi” olarak adlandırılan testtir. Turing’in “Taklit Oyunları” olarak adlandırdığı bir oyuna dayanan bu test şöyledir:

“Bir hesaplayan makina yani bilgisayar, gönüllü bir insanla birlikte görünmeyecek bir yerde bulunur. Testi yapan sorgulayıcı yalnızca soru sorarak bu ikisinden hangisinin bilgisayar olduğunu anlamak ister. Şimdiler de hayatımıza giren yapay zekâ programlarını düşünün. Telefonlar da ya da internette bulabileceğiniz bu programlarla iletişimi düşününüz. Yönelttiğiniz sorulara verdikleri yanıtları göz önünde bulundurarak hangi aşamada programın yetersiz olduğuna karar verdiğinizi hatırınıza getiriniz. Tıpkı bunun gibi Turing de, hangisinin bilgisayar hangisinin insan olduğunu anlamak ister. Akla hemen bilgisayarın mekanik sesinin onu hemen ele vereceği gelmesin, çünkü Turing hem soruların hem de yanıtların bilgisayar yoluyla bir ekranda verilmesini ister. Böylesi bir test düzeneği içinde bulunan insan denek ilk elden kendisinin insan, ötekisinin bilgisayar olduğuna ilişkin yanıtlar verir. Bilgisayar ise testi geçebilmek için kendisini insan olarak göstermek zorunda olduğundan sürekli insan olduğuna ilişkin yalan söyler. Testi sonuçlanması ise şöyle olur. Pek çok soru ardından sorgulayıcı insan hangisi olduğunu saptayamazsa test sonuçlanır; çünkü yapay zekâ başarıyla kendini gizleyebilmiştir.”[12]

Peki, yapay zeka bu testi başarıyla geçerse, buradan nasıl bir sonuca varmamız gerekir? Turing testini geçen bir makinenin düşündüğünü söyleyebilir miyiz? Bazıları bu soruya “evet” yanıtını verir. Diğerleri ise bu çıkarıma itiraz etmektedir.

Daha Fazla Okuma İçin:

Graham Oppy ve David Dowe, “Turing Testi” (Stanford Encyclopedia of Philosophy), https://onculanalitikfelsefe.com/turing-testi-graham-oppy-ve-david-dowe-stanford-encyclopedia-of-philosophy/


 Çin Odası Düşünce Deneyi:

Turing Testine itiraz edenlerden birisi Amerikalı filozof John Searle’dür. İşlevselcilikte, hatırlanacağı gibi, donanım-yazılım ilişkisi üzerinden zihin bir yazılıma benzetilmektedir. Searle ise, zihnin sadece bir bilgisayar yazılımı olamayacağını söyler ve bunun nedeni olarak da bilgisayar yazılımlarındaki biçimsel sembollerin gerçek zihinlerde oluşan semantik içeriğin varlığını temin etmek için yeterli olmadığını iddia eder. Bu iddiasını ise literatürde “Çin Odası” olarak adlandırılan düşünce deneyi ile temellendirmeye çalışır. Searle bu düşünce deneyini şöyle açıklar:

“Anlamadığımız bir dilde sorulan soruları cevaplamak için bir programdaki adımları uyguladığımızı hayal edin. Ben Çince anlamıyorum, dolayısıyla Çince sembollerle dolu birçok kutunun (veri tabanı) bulunduğu bir odada kilitli kaldığını hayal ediyorum; bana yollanan bir grup Çince sembolü (Çince sorular) alıyorum ve bir kural kitabında (program) ne yapmam gerektiğine bakıyorum. Semboller üzerinde kurallara uygun birtakım işlemler gerçekleştiriyorum (diğer bir deyişle, programdaki adımları takip ediyorum) ve dışarıdakilere küçük bir semboller grubunu (soruların cevapları) geri veriyorum. Bu durumda sorulara cevap veren bir programı yürüten bilgisayarım, fakat yine de tek kelime Çince anlamıyorum. Buradaki mesele şu: Eğer ben, Çinceyi anlamaya yönelik bir bilgisayar programı uygulayarak Çinceyi anlayamıyorsam, o zaman diğer hiçbir dijital bilgisayar da bunu bu yolla başaramaz; çünkü hiçbir dijital bilgisayar bende olmayan herhangi bir şeye sahip değil.”[13]

Searle “sentakstan semantiğe veya sembollerden sembollerin anlamlarına geçmenin hiçbir yolunun” olmadığını düşünmektedir.[14] Çin Odasında göstermeye çalıştığı şey de bilgisayar yazılımları sözdizimsel iken zihinlerin semantik oluşudur. Ona göre, sözdizimi “ne semantiğin kendisidir ne de tek başına semantik için yeterlidir.”[15] Kısacası sözdizimi semantik değildir.[16] Sonuç olarak, Çin Odası düşünce deneyi semantiğin sözdizimine içkin olmadığını gösterirken “makineler düşünebilir mi?” sorusuna hayır yanıtını vermektedir.[17]

Daha Fazla Okuma İçin:

John R. Searle, Bilincin Gizemi, Çev. İlknur Karagöz İçyüz, İstanbul, Küre Yayınları, 2018.

Mehtap Doğan, “Çin Odasında Neler Oluyor?”, Felsefelogos, C. 1, Sayı 60, 2016, s. 91-107.


Çin Ulusu Düşünce Deneyi:

Zihin Felsefesindeki bir başka ilginç düşünce deneyi Ned Block tarafından öne sürülmüştür. Block, İşlevselci yaklaşıma “Çin Milleti” adını verdiği bir düşünce deneyi üzerinden itiraz eder. Bu düşünce deneyi bir grup insanın bir araya gelerek (uydu veya cep telefonu gibi) belirli bir araç vasıtasıyla iletişim kurmalarının sağlanmasından hareket eder. Bu durumda her bir kişi bir nörona benzetilir. Beyindeki nöronların birbirleriyle iletişim kurmasına benzer şekilde bu kişiler de birbirleriyle iletişim kurmaktadır.[18] Blackmore ile görüşmesinde bu düşünce deneyini şöyle dile getirir:

“Buna Çin Beyni adını verdim; çünkü düşündüm ki Çin’de bir milyar insan var, tabii bu beyindeki nöron sayısı kadar değil ama en azından ona yaklaşıyor. Bu kişiler hep beraber bir bedeni kontrol ederse, bütün bu kişiler topluca bedenin veya robotun beyni olur. Yani mesele şu: Beyniyle birlikte ele alırsak bu robot –insandakine benzer durumlara tekabül eden durumlar, birbiriyle yine insanlardakine tekabül edecek biçimde etkileşim kurduğu için– işlevsel açıdan bir insanla eşdeğer olurdu. Sorun, bu robotun fenomenoloji sahibi olup olmadığı. Belki de hiç fenomenolojisi olmayacak veya evde kimse bulunmayacak.”[19]

Block bu düşünce deneyi ile işlevselciliği çürütmeye çalıştığını söyler. Eğer işlevselciliğin iddia ettiği gibi bilinçli deneyimler yalnızca belirli işlevlere indirgenebilirse, o zaman nöronların gösterdiği işlevlere benzer işlev sergileyen sistemlerde de bilinçli bir “Ben”in ortaya çıkması gerekir. Söz konusu Çin Milleti deneyi spekülatif bir argüman olsa da ilginç bir düşünce deneyi olarak zihin felsefesinde yerini almıştır.

Daha Fazla Okuma İçin:

Özgüç Güven, Zihin Felsefesi, İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi. http://auzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/felsefe_ao/zihinfelsefesi.pdf

Mehtap Doğan, “Çin Odasında Neler Oluyor?”, Felsefelogos, C. 1, Sayı 60, 2016, s. 91-107.


Zombi Argümanı:

Ölü ve kötü bir görünüşe sahip olan, robot gibi yürüyen, garip sesler çıkaran yaratıklar, bir diğer ismiyle zombiler. Herhalde zombi denilince bir çoğumuzun aklına Hollywood filmlerinde veya yabancı dizilerde tasvir edilen bu türden zombi yaratıklar gelmektedir. Peki, felsefede zombi düşünce deneylerinin bununla bir alakası var mı? Elbette hayır!

Felsefede söz edilen zombiler, bilinç ve onun fiziksel dünya ile ilişkisi hakkındaki problemleri aydınlatmak üzere tasarlanan hayali yaratıklardır.[20] Philip Goff’un kitabında verdiği görseller felsefedeki zombi kavramını anlamamıza yardımcı olacaktır.[21] Sol tarafta Susan’ın normal halinin bir resmi var. Ortada ise Susan’ın Hollywood filmlerinde betimlenen bir zombi imajını görüyorsunuz. En sağda ise felsefi zombi olarak adlandırılan, felsefede kullanılan zombi kavramının bir betimlemesi var. Resimlerden de anlaşılacağı üzere, felsefede kullanılan zombi kavramı film ve dizilerde tasvir edilen zombilerden oldukça farklı ve bağımsızdır.

Felsefi bir zombi, Goff’un görselinden anlaşılacağı gibi, tamamen normal bir kişinin sahip olduğu görünüme ve fiziksel yapıya sahiptir. Şöyle düşünelim. Kendinizin fiziksel açıdan tümüyle aynı bir kopyasını hayal edin. Bu fiziksel kopyanız sizinle neredeyse özdeştir, yalnızca tek bir farkla! Bu fiziksel kopyanız qualia’ya[22] yani hiçbir niteliksel deneyime sahip değildir. Bir başka deyişle, felsefi zombiniz sizinle aynı fiziksel yapıya ve davranışsal çıktılara sahip olmasına karşın, sizin sahip olduğunuz kaşınma, acı duyma, tat alma gibi zihinsel durumlardan tümüyle mahrumdur. Söz gelimi, bıçak ile elini kestiğinde tıpkı sizin tepki verdiğiniz gibi bağırabilir, fakat acı duyumuna sahip değildir. Nagel’in ifadesi ile dile getirecek olursak, zombiler için “zombi gibi olmak” türünden bir durum söz konusu değildir.

Zihin felsefesi açısından zombi düşünce deneylerinin önemi şudur: Zombiler gerçekten var olmasa bile, eğer onların var olabilecekleri tasavvur edilebilirse, bu onların mantıksal açıdan mümkün olduğunu gösterir. Bazı felsefeciler için bu mantıksal imkan beraberinde metafizik bir imkana kapı aralar ve eğer zombilerin varlığı metafizik açıdan mümkünse, bu fizikalizmin hatalı bir görüş olduğunu gösterecektir. Bunun sebebi şudur: Eğer fizikalizm doğru ise zihinsel durumlar fiziksel durumlar ile özdeş olmalıdır ve bunun imkan dahilindeki tek bir istisnası bile bu ikisinin özdeş olmadıklarını göstermek için yeterlidir.[23]

Daha Fazla Okuma İçin:

Philip Goff, Galileo’s Error, Rider Books, Penguin Random House, London, 2019.

Robert Kirk, Zombiler ve Bilinç, https://onculanalitikfelsefe.com/zombiler-ve-bilinc-robert-kirk/

Robert Van Gulick, Bilinç (Stanford Felsefe Ansiklopedisi), https://onculanalitikfelsefe.com/bilinc-stanford-felsefe-ansiklopedisi-robert-van-gulick/

Tom Polger, Zombiler, https://onculanalitikfelsefe.com/zombiler-tom-polger/


Makinedeki Hayalet:

İngilizce filozof Gilbert Ryle zihin felsefesinde çokça alıntılanan bir ifade ortaya koymuştur: Makinedeki Hayalet. Ryle bu ifadeyi ‘resmi öğreti’ olarak adlandırdığı Descartes’ten gelen düalisttik zihin-beden anlayışını tasvir etmek için kullanmıştır. Ryle, bahsi geçen resmi öğretiyi şöyle tanımlar: “doğuştan zeka geriliği olanların ve bebeklerin oluşturduğu kuşkulu istisnalar bir tarafa bırakılırsa, her insanın hem bir bedeni hem de bir zihni vardır… Bir insanın bedeni ve zihni birlikte iş görür, ama bedenin ölümünden sonra da insanın zihni var olmaya ve etkinlikte bulunmaya devam edebilir.”[24]

Ryle, Kartezyen düalizmde bedenin uzamsal olup diğer bedenler ile mekanik bir ilişkiye sahipken zihinlerin uzamsal olmayıp diğer bir zihinle nedensel bir ilişki ile birbirlerine bağlı olmadıklarına işaret ederek her bir kişinin zihnini “kendi alanında ve kendi içkin yaşamında, hayaletimsi bir Robinson Crusoe yaşamı sürdürdüğünü” ifade eder.[25] O bu kuramdan, yani Kartezyen düalizmden, “Makinedeki Hayalet Dogması” olarak söz eder ve bunu filozofun miti olarak tanımlar.[26]

Sara Çelik bunu şöyle dile getirir: “Zihin, beden için, salt bir işgalci durumundadır ve nasıl olduğu Descartes’in kendisi tarafından da açıklanamayan gizemli bir şekilde bedene girmiş, yerleşmiş bir hayalete benzemektedir.”[27] Ryle için böylesi bir öğreti yanlıştır ve bir tür kategori hatası yapmaktadır.


Daha Fazla Okuma İçin:

  • Gilbert Ryle, Zihin Kavramı, Çev. Sara Çelik, Doruk, İstanbul, 2011.
  • Sara Çelik, “Gilbert Ryle’ın Zihin Kavramı”, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe, İstanbul, 1993.

David Chalmers’ın Solan Öznellik Düşünce Deneyi:

Yapay bir “ben” mümkün mü? Epey uzunca bir süredir düşünmekle yakından ilişkili olarak ele alınmış olan bilinç, insan doğasının en önemli niteliklerinden biri olarak doğrudan “insan” üzerinden incelenmiş ve tartışılmıştır. Diğer yandan, insan doğasının bir diğer en önemli niteliklerinden olan hayal gücü ve merak, insana olağanüstü sorular sordurtmuş ve bunlara cevap bulmak için peşinde koşturtmuştur. Bu özellikleri sayesinde, insan kendisi ve içerisinde bulunduğu dünya hakkında düşünmeye başladığı andan itibaren kendisine hem zihinsel hem de fiziksel olarak benzeyen varlıkların, bazen endişe duyarak bazen de heyecanlanarak hayalini kurmuştur. Bu çabayla birlikte, can alıcı olan şu soru büyük bir gürültüyle beraber gelmiştir: “Yapay zekâda bilinç mümkün mü?”

Bu oldukça zor bir soru. Ayrıca bilinç derken ne kast ettiğimize bağlı olarak, soruya verilen cevap da değişebilir. Fakat bir yerden başlamalıyız, o yüzden bilinçle ilgili şu kabulden başlayarak yola çıkacağım: Bir bilinç tanımı, bilincin öznel ve deneyimsel tarafını göz ardı etmemeli. Elbette, bilişsel ve davranışsal olarak bizim yaptıklarımızı yapabilen, hatta herhangi bir organik kısıtlaması olmayacağı için daha fazlasını yapabilen bir varlık türü (güçlü yapay zekâ) ortaya çıkarılabilir. Peki ya öznellik sahibi olabilir mi? Fenomenal bilinci olan bir makine üzerine düşünebilir miyiz? Bilinç sahibi olan, irade sahibi olan bir yapay zekâdan bahsedebilir miyiz? Kırmızı rengi gördüğünde o rengi algılayabilir mi? Algılamış “gibi” davranmanın ötesine geçip o rengi gerçekten de algılayabilir mi?

David Chalmers, bu noktada çok ilginç bir düşünce deneyi sunuyor:

Her açıdan normal bir birey olan Mary, kendisini insanlığın gelişmesi için bilime adayarak, üzerinde deney yapılmasına izin veriyor. Bu doğrultuda bilim insanları, Mary’nin kafatasını açarak beynini alıyorlar ve Mary’nin beynindeki nöronları teker teker çıkararak, bu biyolojik nöronların yerine yapay silikon nöronlar koyuyorlar (günümüzde yapay silikon nöronlar üretilebilmektedir). Bu yapay nöronlar, biyolojik nöronlarla aynı işlevi görüyorlar. Diğer sinir hücrelerinden gelen mesajları alıyorlar ve gelen bu sinyalleri tıpkı evdeki elektrik kabloları gibi hedef organlara taşıyarak bilgi transferini gerçekleştiriyorlar. Her şey normal, eskisi gibi devam ediyor yani bu beynin içerisinde; en azından dışarıdan bakarken. Peki, gerçekten de Mary eski Mary mi şu an?

Şu an elimizde, tamamen yapay nörondan inşa edilmiş ve biyolojik yapıdan kurtarılmış bir beyin var. Dolayısıyla, teknik olarak Mary artık bir robottur demek makulmüş gibi görünüyor çünkü artık mekanik bir beyne sahip. O hâlde, mekanik beyinden oluşan Mary, bir öznelliğe sahip midir?

Bu noktada, söylenebilecek şeylerden biri, yeni Mary’nin bir öznelliği (qualia) olmadığıdır. Peki, bu öznellik hangi noktada kayboldu? Ya da nasıl kayboldu? Chalmers’a göre bu sorulara cevap vermek için iki farklı senaryo çizilebilir:

  1. Bilinç yavaş yavaş kaybolur: Kişinin her bir nöronu yapay silikon nöronla değiştirildikçe bilinç yavaş yavaş gider, yani ortada solan bir öznellik durumu vardır.
  2. Bilinç yavaş yavaş kaybolmaz, fakat belli bir seviyede “bir anda” ortadan kaybolur: Mary’nin biyolojik nöronlarını, yapay silikonlarla değiştirmek öznelliğinde ilk başta bir problem yaratmasa da, bu işlem bir süre devam ettikten sonra öznelliği bir anda kaybederiz.

Chalmers’a göre, eğer bu iki cevap da size mantıklı gelmiyorsa, beyni tamamen yapay silikon nöronlarla oluşturulan yeni Mary’nin öznellik sahibi, dolayısıyla da bilinç sahibi olduğunu kabul etmeniz gerekir. Bu nedenle, tamamen mekanik bir beyinle bilinç sahibi olan Mary’i tasavvur edebiliyorsak, yapay zekâda bilinç mümkündür. Evet, günümüzdeki yapay zekâ formları değil bu, fakat beynimizin karmaşık yapısına sahip mekanik bir beyin, bilinç sahibi olabilir.

Daha Fazla Okuma İçin:

  • Doko, E. (2021). Makineler aşık olabilir mi?.
  • M. K. Yılmaz, N. Ö. İyigün (Ed.), Yapay Zeka: Güncel Yaklaşımlar ve Uygulamalar içinde (345-368 ss.). İstanbul: Beta Kitap

Beyindeki Ahtapot Kolları:

Bilinç nerede? Zihnin fiziksel dünyadaki yeri nedir? İnsanları zihin sahibi varlıklar yapan özellik nedir? Bir insan beynini zihinsel faaliyetin odağı yapan özellik nedir? Peki, zihin beynin hangi bölgesinde? Birçok farklı kuram birçok farklı yer gösteriyor bilincin fiziksel dünyadaki yeriyle ilgili bize. Daha bunu bile çözememişken, bilincin aslında böyle bir yeri olmadığını iddia etmek makul bir hamle olurdu değil mi? İşte, “İşlevselcilik” pozisyonu bilince karşı tam olarak bu noktada konumlanıyor. İşlevselcilere göre, bilincin belirli bir yeri yoktur ve bilinç, karmaşık ilişkiler ağı içerisinde ortaya çıkar. Bu pozisyonunun bilinçle ilgili ne dediğini daha iyi anlamak için bir saat düşünelim. Bir saat analog olabilir, dijital olabilir, kaba ve çirkin bir görüşünü olabilir, pahalı olabilir, internete bağlanabilir; bu özelliklerinden bağımsız olarak bunların hepsine saat deriz gene de. Peki, saati “saat” yapan özellik nedir? Elbette, zamanı gösteriyor olmasıdır. Yani, saatin asıl işlevi zamanı göstermektir. Öyleyse, bilinçli durumları bilinçli yapan şey onların (saat gibi) işlevlerini yerine getirmesi midir yoksa beynin içerisindeki biyolojik yapı mıdır? İşlevselciliğe göre, bilinçli durumları bilinçli yapan şey onların asıl işlevlerini yerine getiriyor olmasıdır.

Bu örnekte de gördüğümüz gibi, aslında günlük hayatta pek çok şeyi, sahip olduğu işlevle tanımlarız. Örneğin bir kalp, vücudumuza gerekli besin maddelerini ve oksijeni sağlayan kanı vücudun diğer organlarına pompalayan organdır. Kalem, yazı yazmak için kullandığımız bir nesnedir. Bir şeyi işleviyle tanımladığımız zaman o şeyin içsel yapısıyla ilgilenmeyiz. İçsel yapı bakımından farklı özellikleri olan saatlerin hepsini saat yapan şey, sahip oldukları işlevin özelliğidir. Dolayısıyla, aynı işlev, farklı türden içsel yapılara sahip nesneler tarafından gerçekleştirilebilir. Zihinsel faaliyetler de tıpkı saat gibi, işlevsel türlerdir ve çoklu gerçekleştirilebilirler. Dolayısıyla, işlevin meydana gelmesi için gerekli olan nedensel ilişki sürecini (input + output) hangi yapıda kurarsak kuralım orada bilinçten bahsedebiliriz. Şimdi, işlevselciliğe ne kadar yakın olduğunuzu görebilecek bir düşünce deneyine bakalım.

Çok yakın bir arkadaşınızı düşünün. Yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmiyor, sürekli birliktesiniz; geziyorsunuz, eğleniyorsunuz, dedikodular yapıyorsunuz, acısını, hayallerini, kalp kırıklıklarını, bir bakıma onunla ilgili her şeyi biliyorsunuz. Bir gün gene birlikteyken, arkadaşınıza çok süratli bir araba çarpıyor, arkadaşınızın kafası patlıyor ve vücudu gözünüzün önünde parçalanıyor. Arkadaşınızın bu acımasız ölümü kadar şaşırtacak bir şey görüyorsunuz. O da ne, arkadaşınızın biyolojisi senin benim (sıradan insanların) biyolojisinden çok farklı! İç organları, hâlihazırda bildiğimiz organlara benzemiyor ve kafasının içinden bizim bildiğimiz beyin değil de mavi, saydam, ahtapot kollarına benzer bir şey çıkıyor. Şimdi siz, “oha, benim arkadaşım insan değilmiş (bir zihin sahibi değilmiş)” mi dersiniz yoksa “ben biliyorum o benim arkadaşım, demek bambaşka biyolojik yapılarda da zihin olabiliyormuş vay be!” mi dersiniz? Eğer bilinç için belli biyolojik yapıların şart olduğunu düşünmeye meyilliyseniz cevabınız birinciye yakın olacakken, eğer tercihiniz ikincisi ise zihin konusunda işlevselciliğe yakınsınız demektir.

Daha Fazla Okuma İçin:

  • Mehtap Doğan, Murat Arıcı. (2018). Erdinç Sayan ile Söyleşi: Zihnin Doğası Üzerine. Metazihin Yapay Zeka ve Zihin Felsefesi Dergisi içinde (241-255 ss.)

Kaynakça

  • [1] Farklı örnekleri için bkz. Thomas Nagel, “What Is It Like to Be a Bat?”, 1974, s. 435-450; Frank Jackson, “Epiphenomenal Qualia”, The Philosophical Quarterly, C. XXXII, No. 127, 1982, s. 127-136; Saul Kripke, Naming and Necessity, Oxford, Wiley-Blackwell, 1981. 
  • [2] John Locke, İnsanın Anlığı Üzerine Bir Deneme, Çev.
  • [3] Thomas Nagel, Zihin ve Evren, Çev. Çev. Özge Çağlar Aksoy, Jaguar Yayın Kitap, 2015, s. 147.
  • [4] Nagel, a.g.e., s. 148.
  • [5] Sonar, ses dalgalarını kullanarak dış dünyadaki şeylerin boyut, uzaklık ve diğer verilerinin tespit edilmesine yarayan teknik. Yarasalar tarafından yön bulmada kullanılır.
  • [6] Ekolokasyon, yarasaların morfolojisinin (fiziksel özellikler) ve ses kullanarak “görmesini” sağlayan sonarın birlikte kullanılmasıdır. Kaynak: https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2019/04/04/yarasalar-ve-mukemmel-radar-sistemleri/
  • [7] Nagel, a.g.e., s. 149.
  • [8] Nagel, a.g.e., s. 150.
  • [9] Ahmet Arslan, İslam Felsefesi Üzerine, Vadi Yayınları, 1999, s. 97.
  • [10] Hüseyin Gazi Topdemir, İbn Sînâ, Say Yayınları, İstanbul, 2009, s. 63.
  • [11] A.g.e., s. 63.
  • [12] Özgüç Güven, Zihin Felsefesi, s. 141-142. http://auzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/felsefe_ao/zihinfelsefesi.pdf
  • [13] John R. Searle, Bilincin Gizemi, Çev. İlknur Karagöz İçyüz, İstanbul, Küre Yayınları, 2018, s. 21.
  • [14] Susan Blackmore, Bilinç Üzerine Konuşmalar, Çev. Seda Akbıyık, Küre Yayınları, İstanbul, 2017, s. 250.
  • [15] John R. Searle, Bilincin Gizemi, s. 21.
  • [16] Susan Blackmore, Bilinç Üzerine Konuşmalar, Çev. Seda Akbıyık, Küre Yayınları, İstanbul, 2017, s. 249.
  • [17] A.g.e., s. 26.
  • [18] Susan Blackmore, Bilinç Üzerine Konuşmalar, Çev. Seda Akbıyık, Küre Yayınları, İstanbul, 2017, s. 42.
  • [19] A.g.e., s. 43.
  • [20] Robert Kirk,  “Zombies”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Spring 2021 Edition), Edward N. Zalta (ed.), URL = <https://plato.stanford.edu/archives/spr2021/entries/zombies/>.
  • [21] Philip Goff, Galileo’s Error, Rider Books, Penguin Random House, London, 2019.
  • [22] Qualia ifadesi çoğul bir terim olup deneyimlerimizin dile getirilemez öznel nitelikleridir. Susan Blackmore, Bilinç Üzerine Konuşmalar, Çev. Seda Akbıyık, Küre Yayınları, İstanbul, 2017, s. 7. Örneğin, bir kahveyi kokladığınızda veya tadına baktığınızda sahip olduğunuz öznel deneyimdir.
  • [23] Bkz. Saul A. Adlandırma ve Zorunluluk, Çev. Berat Açıl, İstanbul, Litera Yayıncılık, 2005.
  • [24] Gilbert Ryle, Zihin Kavramı, Çev. Sara Çelik, Doruk, İstanbul, 2011, s. 75-76.
  • [25] A.g.e., s. 78.
  • [26] A.g.e., s. 81.
  • [27] Sara Çelik, “Gilbert Ryle’ın Zihin Kavramı”, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe, İstanbul, 1993, s. 6.

Not: Zihin felsefesine dair tüm içeriklerimiz için tıklayın.

Ünlü Düşünce Deneyleri, Metaforlar ve Paradokslar Bölüm 2: Epistemoloji – Musa Yanık

Ünlü Düşünce Deneyleri, Metaforlar ve Paradokslar Bölüm 3: Ahlak Felsefesi – Taner Beyter

Yeşua Özçelik, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Jeofizik Mühendisliği alanında lisansüstü eğitimini tamamlamıştır. İstanbul Üniversitesi’nde Din Felsefesi üzerine lisansüstü çalışmalarına devam etmektedir. Din felsefesi, zihin felsefesi, metafizik, Hristiyan ilahiyatı, tarihsel İsa başlıca ilgi alanlarıdır.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Yaşam-Yanlısı (Pro-Life) Faydacılar Nerede? – Bryan Caplan

Sonraki Gönderi

Ünlü Düşünce Deneyleri, Metaforlar ve Paradokslar Bölüm 2: Epistemoloji – Musa Yanık

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü