Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir? – Cal Flyn

/
1996 Okunma
Okunma süresi: 4 Dakika

1974 yılında ünlü bir felsefe makalesinde öne sürüldüğünden beri, görünüşte önemsiz olan bu soruya muazzam miktarda entelektüel enerji harcanmıştır ve o zamandan beri yarasaların yaşamları hakkında daha çok şey öğrendik.

Yarasa olmak nasıl bir şeydir? Aptalca bir soru gibi görünebilir, fakat çeşitli hayvanların zihinlerine girdiğimi hayal ettiğim yeni kitabıma (ve köşe yazısı serime) başlamak için mükemmel bir başlangıç noktası aslında bu soru. Neden? Çünkü bu sadece öylesine bir aptalca soru değil, ilk kez Amerikan filozof Thomas Nagel’in 1974’te ünlü bir makalesinde ortaya attığından beri çok ciddi miktarda entelektüel enerjiye mâl olan bir aptalca sorudur bu. 

Yarasalar, yazdığına göre, memeliler üyesi oldukları için bize yeteri kadar benzemektedirler, yani bizimkine benzer bir bilinç yapısına sahip olduklarını hayal etmemize yetecek kadar yakın akrabalardır. Ama aynı zamanda, bizimkinden izler taşıyan bu bilinci anlamayı imkânsız kılacak kadar da farklılardır.

Nagel, şafakta etrafta uçmanın veya günü baş aşağı sallanarak geçirmenin nasıl bir şey olduğunu hayal etmenin yeterli olmadığını iddia etmiştir. Bu bize yalnızca bir yarasa gibi davranmanın nasıl bir şey olduğunu söyleyecektir. O, “bir yarasanın yarasa olmasının nasıl bir şey olduğunu bilmek istiyorum,” der ve yarasa gibi davranmanın nasıl bir şey olduğunu bilmekten yarasa olmanın ne demek olduğuna yapılan bu imgesel sıçrayışta zorunlu olarak eksik olan bir şeyler olduğunu söyler.

Fizyoloji ve algı arasındaki bu boşluk, gerçekliği yansıtmayan herhangi bir hayal mahsülü fikir için gerçekten de çok büyük bir uçurummuş gibi görünebilir. Ama gerçekten de öyle midir?

Bilim ilerledikçe ve yarasalarla ilgili daha derin araştırmalar yapıldıkça, yarasa olmanın en azından nasıl bir şey olabileceğine dair bir taslak oluşturmak daha az imkânsız görünüyor. Örneğin, yarasanın görme kabiliyetinin önceden düşünüldüğü kadar kötü olmadığını biliyoruz. “Bir yarasa kadar kör olmak” şöyle dursun, mağarada yaşayan bazı türler daha az renk görse de pek çok yarasa türü keskin görüşlere sahiplerdir. Diğerleri –özellikle de meyve yarasaları – bizimki gibi derinlik algısına sahip olduklarını düşündüren binoküler görmeye (her iki gözün görüş alanının çakışması ve farklı açılardan yakalanan görüntünün beyinde tek bir görüntü hâline gelmesine) sahiplerdir. Çoğu yarasa, çevrelerinin bir modelini oluşturmak için görsel ve ekolokasyon (yarasa ve yunus gibi hayvanlarda nesnelerin çevreden aldıkları yankılarla yer tespitini sağlayan algılama sistemi) bilgilerinin bir kombinasyonunu kullanmaktadır.

Sonarları da (genellikle “altıncı his” olarak yanlış etiketlenir) bizim kavrayışımızın ötesinde değildir. Bazı kör insanlar da, ağızlarıyla düzenli sesler üreten (mouth click) ve sesin etraflarında yansıma şeklini yorumlayan bir ekolokasyon yöntemi geliştirmişlerdir.

En tanınmış uygulayıcılardan biri olan Daniel Kish, bu teknik sayesinde dağ bisikleti sürebilmektedir; her tıkırtıyı zamanda anlık bir görüntü sağlayan–manzaranın ve içindeki hareket eden parçaların bir resmini oluşturan, yanıp sönen bir tür duyu olarak tanımlamaktadır. “Her yüzeyin kendi akustik imzası vardır” diye açıklamıştır.

Ses, uzun zamandır insan navigasyonunun bir aracı olarak kullanılmaktadır. Ekolokasyon yöntemini tanıtan 1944 tarihli bilimsel bir makale, “gemi kaptanlarının sisle kaplı sularda genelde düdük çaldıklarına ve uçurumlardan ya da kayalardan gelen yankıyı nasıl dinlediklerine” değinmiştir. Belki de yarasa ve insan arasındaki uçurum sandığımız kadar büyük değildir.

Yine de, yarasaların ultrasonik tıklamaları ve tınlamaları açıkça bizim kapasitemizin ötesindedir. Bir bahar akşamı karanlıkta durup, insan işitme kapsamının ötesindeki yüksek frekanslı sesleri işitilebilir seslere dönüştüren bir “yarasa dedektörü” dinlediğimi hatırlıyorum. Küçük şekiller başımızın üzerindeki havada sessiz ve zar zor tespit edilebilecek şekilde adeta çılgınlar gibi taklalar atarak geziyorlardı. Ama kulaklıklarım sayesinde çıkardıkları tekrarlayan seslerini yakalayabiliyordum. Ne söylediklerini biliyor muydum? Hayır. Neyin peşinde olduklarını tahmin edebilir miydim? Hayır. Fakat tüm bu deneyimlerle birlikte onlara, Nagel’in olabileceğimi önerdiğinden daha yakın olduğumu hissettim.

Diğer türlerin zihinlerine girmeyi varsaymak, kişinin bildiğimiz ve olduğumuz her şeyi bırakmayı deneyeceği ve kimi zaman başarısız olacağı düşünüldüğünde baş döndürücü bir eylem olsa da benim için sonsuz derecede büyüleyicidir. Bu köşe yazı serisinde hayvanların iç yaşamlarını inceleyeceğiz. Bunu entelektüel bir egzersiz ve bir çeşit felsefi oyun olarak düşünün.

Bu akıl yürütmeyi etikçi ve avukat olan Charles Foster’ın 2016 senesinde dahice ve eksantrik bir şekilde kaleme aldığı Being a Beast: Adventures Across the Species Divide kitabındakikadar ileriye götürmemiz gerekmeyebilir. Foster, şehir merkezine inen tilkilerle alakalı bir bölüm için “Bow şehrinde bir arka bahçede yemeksiz ve susuz yatmış, gecenin ve tilkilerin gelmesini beklerken olduğu yere idrarını ve dışkısını yapmıştır." Sergilediği adanmışlığa hayranım ama sanırım ben düşünce deneylerine bağlı kalmakla yetineceğim.

Cal Flyn – “What it’s like to be a bat“, (Erişim Tarihi: 13.01.2023)

Çevirmen: Irmak Gökpınar

Çeviri Editörü: Alparslan Bayrak

Bilkent Üniversitesi Psikoloji bölümü mezunu. Gelecek dönem Tilburg University'de Zihin Felsefesi yüksek lisansına başlayacak. Bilişsel bilim, bilişsel bilim felsefesi, zihin felsefesi, bellek felsefesi ve bunlarla direkt ilişkili disiplinler ile özellikle ilgili.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Türkçe Din Felsefesine Dair 55 Kitap Önerisi – Taner Beyter

Sonraki Gönderi

Stoacılar Ölümü Düşünerek Huzura Nasıl Ulaştılar? – Bojan George

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü