Bu yıl okuduğum kitaplar içinde şimdilik favorim Chris Surprenant ve Jason Brennan’ın Injustice for All: How Financial Incentives Corrupted and Can Fix the US Criminal System’i. İyi sosyal bilim metodolojisini kaliteli bir siyaset felsefesi altyapısıyla birleştiren bu ufak kitapta (176 sayfa) sevilmeyecek yön yok gibi. Kitabın konusu, ABD’nin nasıl olup da “Özgürlerin Ülkesi”nden “Suçlular Ülkesi”ne geldiği. İş suçlar ve ceza sistemine geldiğinde karşılaştırılabilecek her ülkeden ciddi biçimde arkada olan ABD’yi bu hale getiren nedenleri göstermeye çalışıp doğru yönde atılabilecek adımları ikna edici biçimde anlatıyorlar. Bu yazıyı kitabı (kapsamlı sayılabilecek biçimde) bölüm bölüm özetlemeye (nadiren fakat yer yer kendi eklemelerimi de yaparak) ayıracağım.
Elimizde birbiriyle alakalı birkaç fenomen var: ABD’de polisler, ırktan bağımsız olarak, muadili her ülkeden orantısız biçimde (suç oranı gibi değişkenler göz önüne alındığında dahi) daha şiddet yanlısı. Bunun en basit göstergesi polislerin öldürdüğü sivil vatandaş sayıları.
Dahası ABD hapishaneleri de muadili gelişmiş ülklere göre (ve hatta gelişmemiş ülkelere de göre) orantısız biçimde dolu.
ABD polis ve yargı sisteminin bunları kapsayan fakat bunlarla sınırlı kalmayan şekilde vatandaş aleyhine kurulu olduğunu düşünmek için elimizde iyi nedenler var. Sivil mülk el koyumu (civil asset forfeiture), aşırı-kriminalizasyon (overcriminalization), polislerin askeri teçhizatlarla donanması ve bunları çok geniş ve keyfi biçimde kullanabilmeleri gibi birçok fenomen mevcut. Dahası bunlar görece yeni, ABD’nin “polis devletliği” 1950’lerde başlıyor, öncesinde diğer gelişmiş ülkelerle kıyaslanabilir durumda çoğu bakımdan. Umut Sarıkaya’nın dediği gibi: Buraya nasıl geldik?
0. Giriş: Kamu Tercihi Teorisi
Surprenant ve Brennan, bu gelişimi açıklamak için Kamu Tercihi Teorisi’ni kullanıyorlar. Kamu Tercihi Teorisi, neoklasik iktisadi araçların piyasa/ekonomi dışındaki alanları (siyaset başta olmak üzere) açıklamak için kullanıldığı bir araştırma programı. 1980’lerde James Buchanan ve Gordon Tullock tarafından geliştiriliyor ve Buchanan’ın Nobel ödülüne kazandırıyor. Bu teorinin ana tezi şu: Siyasi aktörler, iyicil, kamu yararına çalışan bireyler değildir. Tıpkı ekonomik aktörler gibi kendi amaçları ve hedefleri olan, (geniş biçimiyle anlaşıldığı şekliyle) kendi kârlarını maksimize etmeye çalışan rasyonel kimselerdir. Bir insanı ekonomik arenadan alıp siyaset arenasına koyduğunuzda bu onu meleğe dönüştürmez ve onları bu şekilde incelemek gereklidir. (Evet, geriye dönük olarak bakınca biraz banal, bunun tam teşekküllü bir araştırma programına neden bu kadar geç dönüştüğü de ayrı bir konu.)
Surprenant ve Brennan, bundan yola çıkarak ABD ceza sistemini teşvik mekanizmaları üzerinden inceliyorlar. Siyahı ya da beyazı değil, yeşili takip etmemiz gerektiğini söylüyorlar.
1. Düşündüğünüzden Daha Kötü
Kitabın giriş bölümü, meselenin ciddiyetini ve boyutunu göstermek açısından ABD’ye dair karamsar istatistiklere ayrılmış. Birkaç istatistik:
- 2018’in başlangıcında ABD’de 2.3 milyon mahpus var. Bu nüfusun yüzde 1’ine denk geliyor. ABD Dünya nüfusunun %5’ini oluşturmasına rağmen dünya hapis nüfusunun %25’ini oluşturuyor.
- Hapistekilerin %27’si herhangi bir suçtan hüküm giymiş değil. Yerel hapishenelerde duruşma gününün gelmesini bekliyorlar.
- ABD, diğer demokratik ve zengin ülkelerin hapse attığı erkek sayısından çok daha fazla kadını hapse atıyor. 1.5 milyon çocuğun en az bir ebeveyni parmaklıklar ardında.
- ABD nüfusunun %1’i hapisteyken, buna ek olarak %2’lik bir kısmı da şartlı tahliye altında, devlet tarafından kontrol ediliyor. Bu, 7 milyon suçluya denk geliyor.
Kitabı tamamen istatistiklerden oluşturmamak ve sayılara bir yüz koymak için S & B bolca gerçek vaka kullanıyor. Giriş kısmında, takvimi açıyorlar ve kitabın ilk taslağını yazmaya başladıkları haftaya getiriyorlar ve o hafta ceza sistemi (polis ve yargı) tarafından kötü muameleye maruz kalanların hikayelerinden bazılarını anlatıyorlar. 12 Temmuz 2018 tarihli vakalardan birini aktaralım:
12 Temmuz 2018’de, Biscayne Park’ın eski polis şefi Raimundo Atesiano’ne soruşturma açıldı. Bunun nedeni, ellerindeki açık dosyaları kapatmak için emrindeki polislere, ellerindeki dosyaları rastgele siyahi kadın ve erkeklerin üzerine yıkmaya zorlamasıydı. Bu polis memurlarına göre Atesiano şunu emretmişti: Eğer elinizde henüz kapatamadığınız hırsızlık dosyaları varsa, eğer sokaklarımızda yürüyen bir siyahi görürseniz ve onun sabıka kaydı varsa tutuklayın ki soygunları onların üstüne yıkabilelim. (shf. 6)
Atesiao’nun bu direktifleriyle tutuklananlardan biri 36 yaşında, Haiti’den göçmüş, iki çocuk babası ve 20 yıldır ABD’de yasal biçimde yaşayan Clarens Desrouleaux’ydu. Desroulaeux’nun üstünden soyulan evlerden birinden çalınmış bir çek çıkmıştı ama evi soyanın o olduğuna dair herhangi bir kanıt yoktu. Fakat savcı davayı düşürmek yerine devam ettirdi çünkü Desrouleaux’yu tutuklayan iki polis görevlisi, Desrouleaux’nun suçunu itiraf ettiğine dair tanıklıkta bulunmuştu. Sonradan bu polisler, böyle bir itirafın olmadığını kabul etmişti. Bölge başsavcısı 5 yıllık hapisi öngören uzlaşmayı kabul etmesini, yoksa 30 yıl için yargılama yapacağını söylemişti. 30 yılı göze alamayan Desrouleaux, bu teklifi kabul etti ve 5 yıl hapse mahkum edildi. Polis görevlileri itirafı uydurduklarını itiraf etmişlerdi ve Atesiano da suçunu itiraf etmişti. Yine de buna dair soruşturma yeterince hızlı sonuçlanamadı ve Desrouleaux 5 yıllık cezanın hepsini yattı. Çıktığında ise Haiti’ye geri gönderildi. İşlemediği bir suç yüzünden hayatının beş yılını hapiste geçiren ve ailesinden zorla ayrılıp Haiti’ye geri gönderilen Desrouleaux’nun hikayesi üzücü, fakat bu türden hak istismarlarının ender bir örneği de değil.
2. Her Şey Kâr-Amaçlıdır
Bu bölüm Tabarrok & Cowen’dan alıntılanan gerçek bir hikayeyle başlıyor: Britanya’nın Avustralya’yı eskiden cezai bir koloni olarak kullanıldığı bilinen bir şey. İngiliz Adaları’ndaki suçlular Avusturya’ya yollanıyordu gemi aracılığıyla. Bu yol uzun ve tehlikeliydi ve erken dönemde (1700’lerin başı), mahkumların üçte biri henüz yoldayken hayatını kaybediyordu. Adaya varanlar ise kötü durumda varıyorlardı: hasta, zayıf, yaralı vb. Önce bunun nedeninin gemi mürettebatının onlara kötü davranması olduğu düşünülüp mürettebatla ilgili düzenlemeler yapıldı, daha iyi kaptanlar atandı gemilere, doktorlar eşlik etmeye başladı, yiyecekler kalitelileştirildi vb. Fakat bunun hiçbir etkisi olmadı. Sonra bir iktisatçı bir şey önerdi: Kaptanların gemiye kabul edeceği her mahkum yerine adaya sağlam biçimde ulaştırdığı her mahkum için para ödenirse sorun çözülürdü. Hakikaten sonuç böyle de oldu, bu karar uygulamaya geçiril geçirilmez Avustralya’ya sağlam biçimde ulaşan mahkum oranı %99’a fırladı.
Kıssanın hissesi: Teşvikler önemlidir.
Davranışları açıklamak için kişisel özellikleri değil, oyunun kurallarını -insanlara belirli bir yönde davranmaları için gerekçe veren teşvikleri- kullanmak gerekiyor. Ceza sistemini açıklamak için de bu oyuna dahil olan her aktörün hareketini düzenleyen teşviklere bakmak gerekiyor.
2.1. Kükreyen Elliler
1950’lerin sonu, 60’ların başında ABD’de bir şeyler oldu. Suç oranları nedeni bilinmez bir biçimde, hızla tırmanmaya başladı, 90’ların ortasında yine nedeni bilinmez biçimde düşmeye başladı. Bu tuhaflığın üstünden geçen onlarca yılda kriminologlar halâ buna neyin sebep olduğu konusunda bir fikre sahip değiller. Aşağıdaki grafiği Maria Tcherni-Buzzeo’nun The “Great American Crime Decline”: Possible Explanations makalesinden aldım. Makalede Tcherni-Buzzeo, bu fenomene getirilen 24 (yirmi dört) olası açıklamayı değerlendiriyor ve dokuzu hariç hepsini yetersiz buluyor. Bu dokuzu ise “gelecek vaat eden” açıklamalar olarak gördüğünü söylüyor ve yine de emprik deneylerden geçmeleri gerektiğini ekliyor. Kriminologlar getirilen açıklamaları çürütmede açıklama getirmenin kendisinden daha başarılı gibi görünüyor.
2.2. Kimi suçlayalım?
2.2.1. Seçmenler
1980’lerde yaşayan bir Amerikan vatandaşı olduğunuzu hayal edin. Ortada belgeli kanıtlı bir suç artışı, bir kriz var. Ne yapardınız? Politikacılara dönmek elinizdeki en iyi seçenek gibi duruyor. Nitekim öyle de yapıyor halk, denize düşüp Leviathan’a sarılıyorlar. ABD hukuk sistemini ayırt edici yapan özelliklerden birinin de başsavcıların da seçimle gelmesi olduğunu ekleyelim. Yani sadece valileri, başkanları vb. seçmekle kalmıyor, aynı zamanda başsavcıları da demokratik yöntemle halk seçiyor.
Seçmenlerle ilgili bilinmesi gereken bir şey çoğunun irrasyonel, bilgisiz ve yanlış bilgilere sahip bireyler olduğu. (Bu konuyu daha önce uzun bir biçimde şuradaele aldım.) Seçmenler toplumsal olaylarda neden-sonuç ilişkilerini doğru biçimde değerlendirebilecek analitik araçlardan (veri, sosyal bilim bilgisi vb.) yoksun. Bunun en büyük nedeni, seçmenlerin irrasyonalitelerini törpülemek için herhangi bir teşviğe sahip olmamaları. Demokrasilerde tekil bir bireyin oyunun seçime etki görmezden gelinebilecek derecede küçüktür. Oy vermenin değeri, rasyonel biçimde oy vermek için harcanacak çaba ve emekten düşük olduğu için bireylerin bilgilenmeleri için bir gerekçe de yoktur. Buna rasyonel irrasyonalite denmektedir. Halkın politika talepleri de bu irrasyonaliteyi yansıtır biçimdedir.
2.2.2. Politikacılar
Şimdi 1980’lerde seçimlere giren bir politikacı olduğunuzu hayal edin. Ortada gittikçe büyümüş bir kriz var, medya sürekli bunu haber yapıyor ve bunun nedenini bilgisiz seçmenleri geçin uzmanlığı bu olan sosyal bilimciler dahi bilmiyor. Böyle bir durumda halka ne derseniz seçilme olasılığınız daha fazladır:
“1. Değerli vatandaşlarım, bir suç sorunumuz var. Bu konudaki en iyi akademik makaleleri okudum ve en iyi güvenlik yetkilileriyle konuştum. Kimse bu sorunun nedenini veya sorunu nasıl çözeceğimizi bilmiyor. Fakat eğer ben seçilirsem, en azından küçük çapta da olsa dikkatlice hazırlanmış politika deneyleri uygulayıp bunlardan birinin işe yaramasını umacağım. Eğer işe yarayan olursa geniş çapta uygulamaya geçeceğiz. Elimizde zor bir bulmaca var ama çözmeye niyetliyim.
2. Şehirlerimiz suçla sarılmış durumda. Suç işleniyor çünkü suçun getirisi büyük. Suçların üstüne şiddetle gideceğime söz veriyorum. Bizi güvende tutan polislerimizin haklarının tutukladıkları suçlulardan daha fazla hakka sahip olması gerektiği gerçeğinin farkına varmamızın zamanı geldi de geçiyor bile. Hapishanelerimiz Hilton otelleri kalitesinde — tecavüzcülere iyi yaşam alanları, üç öğün sıcak yemek ve bedava üniversite harcı veriyoruz, fakat yasalara uyan vatandaşlarımız kendi kendilerine yetinmek zorunda. Kanunu delmeye devam edenin aramızda yerin yok, üç kere faul yaparsan oyun dışındasın!” (shf. 29)
Halkın kimi tercih ettiğini herkes tahmin edebilir. O zaman düşünülen şey: “Vatandaşların sivil özgürlükleri ellerinden alalım, polislerin tutuklama yapmaları kolaylaştıralım, insanlar gittikçe daha uzun süre hapse atalım, polislere daha büyük silahlar verelim ve daha sert eğitelim. Suçluları sokaklardan toplayalım.” şeklinde. (shf. 29) Basit ve akılda kalıcı, işe yaramaması için bir neden yok gibi görünüyor (fakat bu sadece görüntüde böyle). S & B, burada politikacıları ikiyüzlülükle suçlamadıklarını belirtiyorlar. Bundan ziyade izleyecekleri politikaları detaylı olarak düşünmek için bir teşvikleri yok. Tek yapmaları gereken suça karşı rakiplerinden daha sert olmak, böylece seçimi rahatlıkla kazanabilirler. Dahası, suça karşı sert olmak için bir silahlanma yarışına giriliyor. Eğer sertlik suçu azaltmıyorsa, daha da sert olunuyor.
Elimizde bunun somut bir örneği var. 1988 senesinde Massachusetts valiliği için iki rakip Cumhuriyetçi George H. W. Bush ve Demokrat Michael Dukakis. Dukakis ‘75–79 ve ‘83–91 arasında Massachusetts valiliği yapıyor. Görevde olduğu sürede kendisinden önceki Cumhuriyetçi bir valinin başlattığı sıla izni programını devam ettiriyor. Bu programda mahkumlar hafta sonları evlerine dönebiliyor ya da ailelerini ziyaret etmek için herhangi bir gün seçebiliyor ve hatta gerçek işlerde çalışabiliyorlar. Bu program son tahlilde büyük oranda başarılı, cezasını tamamlayan mahkumların tekrar suç işleyip geri dönme oranı çok düşük. Fakat sıla iznine çıkmış bir suçlu, Willie Horton, izindeyken bir eve zorla giriyor, hanedekilerden birini öldüresiye dövüyor ve diğerine tecavüz ediyor. Horton’ın bu eyleminin günahını sıla izni programı yükleniyor ve seçimlerde Dukakis’e karşı kullanılıyor, dahası bu sadece o seçimle sınırlı kalmıyor ve sürekli olarak bir öcü olarak kullanılıyor. Seçmen istatistiklere, programın genel başarısına bakmıyor ve suçlulara daha sert davranılması gerektiğine hükmediyor. Hem program sonlandırılıyor, hem Dukakis kaybediyor.
Suça ve suçlulara karşı sert olmanın seçmende bir karşılığı var ve polislerin bugünki durumunda bunun önemli bir payı var. ABD hapishanelerinin kötü kondisyonlarının da (uyuşturucu yaygınlığı, tecavüz, kalitesiz yiyecek, hak istismarları vb.) doğrudan bununla ilişkisi var.
2.2.3. Seçilmiş Hakim ve Savcılar
Peki parmakla sorumlu gösterme burada bitiyor mu? Hayır. Sırada seçilmiş savcılar ve hakimler var. ABD’de savcılar ve hakimler halk tarafından seçiliyor. Seçimin olduğu yerde seçmene oynama da oluyor. Peki irrasyonel seçmenlere ne sunuyor seçilmek isteyen hakim ve savcılar? Tabii ki mahkumiyet oranlarının yüksekliği, verilen cezanın uzunluğu, hüküm giydirilen suçlu sayısı gibi “suça karşı sertlik ve başarı” göstergeleri. Yani hakim ve savcıların adil olmamak, ellerinden geldiğince insan içeri tıkmak için büyük bir teşvikleri var.
2.2.4. Amaçlanmamış sonuçlar: Uyuşturucuya Karşı Savaş
Politikaların hangi niyetle uygulandığı, uygulamaların sonuçlarını değiştirmek açısından bir önem arz etmiyor. ABD’nin 1970’lerin başlarında hayata geçirdiği Uyuşturucuya Karşı Savaş’ın sonuçları da başlatılma nedenine ters sonuçlara ya da ondan doğan ve öngörülmeyen yan ürünlere, amaçlanmamış sonuçlara, sahip. Surprenant ve Brennan’ın gösterdiği bir diğer parmak da bunu işaret ediyor.
Uyuşturucuyla Savaş, devletin, vatandaşları makul olmayan arama ve el koymalara karşı koruyan Anayasanın Dördüncü Ek Maddesini ihlal etmek için bir bahane olarak kullanılmaya başlandı. Polislerin evleri, arabaları ve kişileri “makul şüphe” ile aramaları çok kolay hale geldi; artık polisler arama emrine ender olarak gerek duyuyor ve arama emri almak ise kolaylaştı.
1981’de Polis Kuvveti ve Ordu İşbirliği Yasası ile birlikte, ABD ordu kuvvetleri yerel yasa yürütme organlarıyla birlikte çalışabilme yetkisi kazandı. Buan ek olarak polisler daha sert olan askeri taktik eğitimi almaya başladı. 1991’de Ulusal Güvenlik Otorizasyon Yasası’yla birlikte askeriyedeki fazladan teçhizatların (bomba atar, M16, helikopterler, silah donanımlı araçlar vb.) yerel polis kuvvetlerine gönderilmesine izin verildi.
Artık polis kuvvetleri SWAT ekipleriyle birlikte rahat biçimde, “kapı çalmadan baskınlarla” vatandaşların evlere girebiliyor, “saldırganık şüphesi bulunanları” (örneğin evdeki köpekler, bunların varlığının şüphe için yeterli olduğunu eklemek gerekiyor) etkisiz hale getirebiliyorlar. Şu anda SWAT ekiplerinin evlere yaptığı baskın sayısı ortalaması günlük 100. Bu şekilde çalışmak hemen polisler için eğlenceli, hem de yerel kuvvetlerin yüksek bütçelerini meşrulaştırmalarına olanak sağlıyor. Yani yine ortada bir çarpık teşvik vakası var.
İkinci bölümde suçlanacak kişiler ve kurumları böyle sonlandırıyor yazarlar. Fakat oyun kuralları çapındaki suçlamalar burada bitmiyor.
3. Ne Suç Olmalı?
3.1. Suç Yasalarının Sınırı
Kitabın üçüncü bölümü, ABD’deki aşırı-kriminalizasyona, eyalet ve ülke düzeyinde ne kadar çok şeyin suç sayıldığı (emprik/olgusal) ve neyin suç sayılması gerektiği (normatif) tartışması etrafında dönüyor.
Yazarlar öncelikle neyin suç olması gerektiğiyle ilgili fikirlerini öne sürüyorlar ve ceza yasalarının kapsamının söyledikleri kapsamda daraltılmaları gerektiğini söylüyorlar. Bu bölüm görece uzun sayılabileceği ve içinde birçok farklı tartışmayı da barındırdığı için kendi vardıkları sonucu özetlemekle yetinmeyi planlıyorum, fakat hakkını verebilmek için tüm bölümün okunması gerektiğini belirteyim. Surprenant ve Brennan’ın öne sürdükleri ilke şöyle:
Gerçekleşmesini engellemek için bir noktada o eylemi gerçekleştiren kişinin öldürülmesi veya ciddi biçimde sakatlanması ahlaken izin verilebilir olmayan hiçbir şey yasadışı olmamalıdır. (shf. 45)
Bunun arkasındaki fikir şu: Her yasa özünde bir şiddet ve ölüm tehdididir. Gündelik hayatımızda bu tehdidin gerçekliğe dönüştüğüne çok şahitlik etmediğimiz için bunun farkında olmuyoruz, insanlar genellikle otoriteye itaat ediyor zira. Verilen örnek: Diyelim, hız sınırını aştınız ve devlet size 100 lira ceza yazdı. Ödemeyi reddettiniz, cezayı artırdı. Yine ödemeyi reddettiniz, ehliyetinize el konuldu. Bu sefer yine devletin “Araba kullanamazsın.” kuralını görmezden gelip ehliyetsiz kullanmaya başladınız. Bu sefer artık devlet sizi tutuklamaya çalışacaktır. Polise mukavemet edebilir, tutuklanmaktan kaçmaya çalışabilirsiniz, bu durumda polis sizi sakatlayabilir, vurabilir vb. Kısaca özünde şu var: Tüm yasalar şiddet tehdidine dayalı ve buna göre yasa yapmak gerekiyor.
Şiddet her zaman gayrımeşru değil, fakat baştaki noktaya dönüyoruz. Eğer (tüm hukuk ve siyaset felsefecilerinin kabul ettiği gibi), yasalar sırtını şiddete ve şiddet tehdidine dayıyorsa, bir şeyi yasadışı yapmak için onun tüm mantık zincirini takip etmemiz gerek. Uyuşturucu kullanmayı yasaklamalı mıyız? Bu şuna bağlı: Vakit geçirmek için esrar kullanan birini bir noktada öldürebilmeyi veya onun hayatını mahvetmeyi meşru buluyor muyuz? Bu birçok yasa için geçerli. Mutlak ve istisnasız bir kaide olarak değil, iyi ve basit bir kısayol olarak sunuluyor.
3.2. ABD’de Aşırı-kriminalizasyon
ABD’de kimsenin takip edemeyeceği kadar yasak olması ilginçtir. 1982 senesimde Adalet Bakanlığı çalışanlarından Ronald Gainer, 23 bin sayfalık federal ceza kanunundaki federal suç sayısını saymakla görevlendirildi. Bu proje birkaç sene sürdü ve kanunda yaklaşık 3000 federal suçun olduğu ortaya çıktı. Bu sadece federal düzeydeki suçlar, bunun yanında her eyaletin kendi yüzlerce sayfalık ceza kanunları ve düzenlemeleri var. Bu durum öyle bir halde ki, 18 yaşının üstünde olup da federal bir suçtan dava açılamayacak hiçbir ABD vatandaşı yok gibi.
Dahası, sorun sadece gereğinden fazla yasak olması değil, yasaklanın şeylerin büyük kısmının makul bir insanın yasadışı olmasını kabul etmeyeceği şeyler olması. İlginç bazı suçlar: ABD Et Hayvanı Araştırma Merkezi’nde kumar oynamak; 731 günden daha yaşlı bir atı eğlence amacıyla geçici olarak ithal etmek ve ABD’deyken başka bir atla ilişkiye girmesine izin vermek; 0.065%’ten daha fazla balmumu içeren sakız satmak; Florida’nın Aşağı Suwannee Milli Vahşi Hayat Sığınağı’nda alkollü içki içmek; beşten fazla farklı meyve içeren reçel yapmak; milli parkta açılan bir kapıyı kapatmadan başka bir kapı açmak. (Bu türden federal suçları tweetleyen ACrimeADay hesabını takip etmek eğlencelidir.)
4. Hapis Cezasını Duruşmaya Çıkarmak
Kitabın ilginç bölümlerinden biri olan bu bölümde, Surprenant & Brennan heterodoks sayılabilecek bir pozisyonu benimsiyorlar: Suçların çoğunluğu için hapis cezası yerine dayak cezası (caning) uygulamanın daha adil ve uygun olacağını savunuyorlar. Bu dayak cezası şu görseldeki gibi:
Suçlunun cinsel uzvu ve yüzüne zarar verilmeyecek biçimde, baldırlarına olacak biçimde sopayla dayak atılıyor. Dayak atılırken bir medikal ekip de hazırda bekliyor ve dayaktan sonra tıbbi müdahalede bulunuyorlar. Sopanın sayısı suçun büyüklüğüne göre değişiyor. Cezadan sonra salınıyor suçlu.
Bu bize çok çağdışı ve zalim görünebilir, fakat düşündüğümüzde bir kişiyi kafese tıkmak, tüm özgürlüklerinden soyutlamak, özel hayatını ortadan kaldırmak, gelecek planlarını karartmak kadar büyük bir “zalimlik” olmadığını söylemek zor değil.
Bunun yanında Surprenant & Brennan, hapis ve dayağı beş büyük adalet teorisi bakımından karşılaştırıyorlar:
Denkleştirme/İntikam (Retribution): Bu teoriye göre, cezalandırmanın amacı, yanlış yapanların, başkalarına verdikleri zararı kendilerinin de çekmesi. Bunun sloganı “göze göz, dişe diş”. Eğer sen birinin gözünü çıkartırsan, senin de gözünün çıkartılması gerek. Tabi burada bazı sıkıntılı, zor sorular da oluyor cezaların ölçülmesi bakımından. Kitlesel kıyım yapan birinin tek canı olduğu için bu kişiye nasıl davranılacağı belirli olamıyor. Ya da bir tecavüzcüye tecavüz edilip edilemeyeceği sorusu doğabiliyor. Fakat Denkleştirme Teorisi bakımından, sopa hapisten daha uygun gibi duruyor. Diyelim, birisi arabanızı çalarsa bunun karşılığı tüm özgürlüklerinden altı ay boyunca mahrum bırakılması, dört duvar arasına kapatılması olması ölçüsüz gibi duruyor. Bu teori altında sopa, hapisten daha üstün gibi.
Rehabilitasyon ve Caydırma: Rehabilitasyon teorisine göre, ceza adaletinin amacı suçluları dönüştürmektir. Onlara kullanışlı yetenekler kazandırmak, dürtüsel davranışlarına hakim olmayı öğretmek, daha toplumcu davranışları aşılamak, yani onları topluma döndüklerinde toplumu iyileştirecek vatandaşlar haline getirmektir.
Caydırma teorisine göre ise ceza adaletinin amacı, suçların işlenmesini en başından önlemek. Bunu insanların suç işleme teşviklerini ortadan kaldıracak araçlarla yaparlar. Yüksek cezalar (hapis, idam vb.) bunun örnekleri.
Hapis bu iki teoriye göre de sopayla karşılaştırıldığında sınıfta kalıyor gibi. ABD’de hapisten çıkanların tekrar suç işleme ve hapse geri dönme oranları yüksek. Hapse girmek hayatlarını düzene sokmalarının da önüne geçiyor, dahası yukarıda bahsettiğimiz hapishane kondisyonları suç işleme olasılığını artıracak alışkanlıklar edindiriyor. Dahası insanları hapse tıkmak pahalı, sopa ucuz olduğu için, hapse harcanacak parayla suçluları rehabilite ve suç işlememeye teşvik etmek için daha efektif programlar kurulabiliyor.
Uzaklaştırma: Bu teoriye göre cezalandırmanın amacı, suçluları toplumdan uzaklaştırmak ve onların daha fazla suç işlemesini engellemektir. Bu teoride hapsin sopadan daha üstün olduğunu kabul ediyor yazarlar. Sonuçta, bir suçluyu alıkoymak onun dışarıdaki masumlara zarar vermesinin önüne kesinkes geçer. Fakat bunu dengeleyebilecek bazı ileri faktörler de yok değildir. Tekrar suç işleme oranlarının yüksek olmasında hapis sisteminin etkisi de vardır. Hapishane mahkumun hayatının akışını bozar, CV’sini mahveder ve diğer suçlularla sosyalleşmesine yol açar. Yazarlar bazı ekstrem suçlular için hapishanenin bu teori altında daha iyi olabileceğini, fakat bunların azınlık olduklarını belirtiyor.
Tazmin: Tazmincilere göre yanlış yapan kişi, mağdur ettiği kişiye zararını tazmin etmeli ya da onu “bütünleştirmeli”dir. Tazminciler ceza adaleti anlayışını kökten reddederler ve tüm “suçları” tazminat davaları olarak görürler. Bu teoride sopanın nasıl bir tazmin aracı olduğunu görmek güçtür, fakat aynısı hapis için de geçerlidir. İkisinin farkı, hapisin vergi mükellefleri için çok daha pahalı olmasıdır. Yazarlar buradan yola çıkarak hapishane yerine sopa tercih edildiğinde, hapishaneye harcanacak paranın mağdura gidebileceğini, böylece tazminin hapisten daha iyi biçimde gerçekleşeceğini de öne sürüyorlar.
Özetle, ceza adaleti teorilerinin hemen hepsinde sopa hapse üstün geliyor gibi görünüyor. Yazarlar bunun olası tek alternatif ceza biçimi olmadığını, fakat şimdiki sistem üzerine bir iyileşme olacağını söylüyorlar.
5. Suçtan Kimse Kazançlı Çıkmaz, Devlet Hariç
Bu bölümde yazarlar ahlak ve siyaset felsefesini bırakıp tekrar sisteme geri dönüyorlar ve parayı takip etmeye devam ediyorlar.
ABD’de polis ve cezalandırma büyük bir işkolu. Ne kadar büyük? Kabaca: Ülkede polislere harcanan yıllık gider 100 milyar doların üstünde, ceza adaleti sisteminin kendi giderleri de 182 milyar doların üstünde. Buna kesilen cezalardan ve el konulan mülkiyetlerden gelen 136 milyar doları da eklediğinizde ortaya çıkan tablo korkutucu. Bu, ABD’nin birinci ve ikinci öğretim için tüm ülkede harcadığı paranın yarısına denk.
5.1. Hapishane-Endüstri Kompleksi
Şimdi bunun yanına Hapishane-Endüstri Kompleksini ekleyelim. ABD’de hapis de büyük bir işkolu. Baştaki istatistiklerde de dendiği gibi, ülke nüfusunun yüzde biri içeride. Hapishanelere harcanan para yıllık 80 milyar dolar, bunun içinde özel hapishanelerin payı 4 milyar dolarken geri kalanı tamamen devlet hapishanelerinin. Bu sayıya hapishane çalışanlarının ücretleri, tıbbi giderler, yiyecek, tesisatı kapsıyor fakat polislik, mahkemeler, kefalet, mahkumun telefon ücretleri gibi şeyleri kapsamıyor. Bunları toplayınca elimizde 182 milyar dolar gibi devasa bir sayı çıkıyor. Hapishane “endüstrisi”nde dönen para miktarı böyle.
2001–2017 arasında S&P 500 indeksindeki bazı şirketler çok büyük kâr/geridönüt aldılar. Microsoft, Exxon Mobil, Nike gibi şirketler bu dönemde %300–800 arası bir kazanç elde ettiler. Bunun yanında Apple ve Amazon gibi büyük kazanan birkaç şirket daha olsa da pek bilinmeyen iki şirket, CoreCivic ve the GEO Group, %5000 (beş bin) gibi bir dönüşle asıl başarı yakalayan şirketler. Bunlardan ikisi de doğrudan hapishane sisteminin içinde. CoreCivic ve GEO toplamda ABD’de 200’den fazla ceza fasilitesini yönetiyorlar ve devletle anlaşmaları var. Yıllık 4 milyar dolar gelirleri ve 6 milyar dolarlık bir piyasa değerine sahipler. Son 16 yıl bu şirketler için çok iyi geçti.
Hapishane endüstrisinin bir diğer büyük oyuncusu da ülke çapında faaliyet gösteren Corizon. Corizon devletle sözleşme yaparak hapishanelere sağlık hizmeti veriyor. 22 eyalette 300 cezaevi ve 220 binden fazla mahkumun sağlık hizmetini sağlıyor. Corizon, 2013 yılında Philadelphia’daki hapishanelere sağlık hizmeti sunmak için yıllık bedeli 42 milyon dolar olan bir sözleşme imzaladı. Aynı sene sözleşme için rakipleri de teklif vermişti -örneğin Correction Medical Care, aynı hizmeti senelik 3.5 milyon dolar daha az bir ücrete yapabileceğini söylemişti. On senede bu şehre 35 milyon dolar kazandıracaktı. Fakat Philadelphia Corizon’la anlaşma yapmayı seçti. Bunu nasıl yapabilmişti? Cevabı basit: Lobilicilik faaliyetlerini kullanarak. Corizon’un sözleşmeye sahip olduğu her eyalette aynı zamanda lobicilik yaptığı görülebiliyor. Bu lobi ilişkisinin en açık örneklerinden biri, Philadelphia valisi Michael Nutter’ın kampanyasına $26.600 bağışlamaları. Tabi bunun yanında diğer birçok görevliye de bağışlarda bulunuldu.
Bu işin bir kısmı. Diğer kısmı ise hapishane işgücünde dönen paralar. Özel şirketler ve devlet organları hapishanedeki işgücünden iki şekilde yararlanıyor: Temel işleri -hapis duvarlarını boyama, çamaşır yıkama gibi- mahkumlara yaptırarak masraftan kısma ve direkt olarak hapishanede üretim yapıp bunları piyasada satma. Birincisinde doğrudan bir kâr yok, fakat ikincisinde mahkumların neredeyse yok pahasına çalıştırılmalarıyla ortaya iyi bir gelir kapısı çıkıyor. Bu genellikle tamamen devletin sahip olduğu UNICOR (Federal Prison Industries/FPI) şirketinin isteyen kuruluşlarla sözleşme yapması üzerinden gerçekleşiyor. UNICOR’dan gelen ürünleri kullanan bazı işletmeler şunlar: Whole Foods, McDonald’s, Victoria’s Secret, BP, AT&T. Bunun yanında irili ufaklı pek çok işletme de hapishane işgücünün ürünlerinden faydalanıyor.
5.2. Para Cezaları ve İşlem Ücretleri
ABD ceza sisteminin gelir kapılarından biri de suçlar için kesilen cezalar. Her ne kadar Hapishane-Endüstri Kompleksi’nin özel ve devlet organlarına maddi etkisi büyük olsa da, vilayet ve belediye bütçeleri üzerinde etkiye sahip asıl faktörler küçük paraların döndüğü programlar. Para cezaları gibi.
Surprenant ve Brennan bunun uç bir örneğini veriyorlar. Florida’da Gainesville ve Jacksonville arasındaki yolda 1000 nüfusa sahip, Waldo isminde ufak bir kasaba var. Normalde pek göze batmayacak bir yer ve bir ucundan diğerine gitmek birkaç dakika sürüyor. Fakat Waldo’daki yedi polis memuru, 2013’te toplam 11,603 trafik cezası kesmiş, memur başına 1658 ediyor. Karşılaştırma için, aynı sene yakınlardaki Gainesville’de (128, 000 yerel nüfus + 50,000 üniversite öğrencisi) kesilen ceza sayısı 25,651, memur başına senelik 85’in altında. Parayı takip edince, Waldo’nun trafik cezalarından senede $500.000 gelir elde ettiği ortaya çıkıyor. Bu aşırılık uzun yıllar boyunca devam ediyor ve 2015’te sonunda devlet olaya el atıyor, Waldo polis gücünü dağıtıyor. Her ne kadar bu olay görece mutlu sonla bitse de, ABD’de ceza yazmak yerel organlar için büyük bir gelir kapısı olmaya devam ediyor.
5.3. Mala El Koyma
El koyulu mallar (forfeitures), eyaletin yasadışı yollarla kazanıldığı gerekçesiyle el koyduğu nakit para veya eşyalar. El koyulan nakit parayı polis kuvveti suçla savaş için doğrudan kullanabiliyorken, eşyalar ise açık artırmayla satılıp aynı amaç için kullanılabiliyor, bütçeye eklenebiliyor. Buradan nereye varacağımızı kestirmek güç değil.
El koymayla ilgili büyük sıkıntılar var. Birincisi, polisin paranıza veya eşyanıza el koyabilmesi için çok gevşek biçimde tanımlanmış bir “makul şüphe”ye sahip olması yetiyor. İkincisi, bir malınıza el konulduğunda, onun yasa dışı biçimde elde edildiğini devlet kanıtlamak zorunda değil, siz yasa dışı biçimde elde edilmediğini ispatlamak zorundasınız. Bu çoğu durumda neredeyse imkansız olduğu için el konulan malların hemen hepsi doğrudan polis bütçesine gidiyor. Surprenant & Brennan bunu güzel biçimde özetliyor:
Amerika Birleşik Devletleri’nde siz suçluluğunuz kanıtlanana kadar masum olabilirsiniz, fakat paranız masumluğu kanıtlanana kadar suçludur.
Yani oyunun kuralları vatandaşın tamamen aleyhine olacak şekilde kurgulanmış. Böyle bir teşvik mekanizmasından da bolca yararlanıyor polis güçleri. Bu, bütçe için çok büyük bir gelir kapısı ve ellerinden geldiğince bu uygulamada bulunmak için fırsat yaratmaya çabalıyorlar. (Bunu Uyuşturucuyla Savaş ve SWAT ekipleriyle birleştirin kafanızda, bir aydınlanma yaşayabilirsiniz.)
6. Yoksulluk, Risk ve Suç
Bu bölümde Surprenant & Brennan yoksulluk ile suç arasındaki ilişkiyi inceliyor. Bölüm fazlasıyla detaylı olduğu ve özetlemek zor olacağı için bu bölümü biraz yüzeysel biçimde geçmeyi düşünüyorum ve ilgilenenleri kitabın ilgili bölümünü okumaya davet ediyorum.
Yazarların iddiası kısaca, yoksulların daha varsıl kesime göre daha fazla suç işlediği. Yoksulluğun suça neden olmadığını fakat suç ile yoksulluğun el ele gittiğini söylüyorlar. Rasyonel Suç Teorisi üzerinden şöyle bir iddiada bulunuyorlar:
Eğer geleceğe dair yüksek derecede belirsizliğiniz varsa, gelecekteki başarı şansınız düşükse, kaynaklarınız azsa, kendinizin ve diğerlerinin size yatırım yapması daha az makuldür. Daha yüksek riskli eylemlerde ve suç davranışlarında bulunmak için gerekçeniz daha yüksektir. (shf. 114)
Buradaki gerekçenin ahlaki bir gerekçe olmadığını, öz-çıkar bakımından rasyonel bir gerekçeye işaret ettiğini belirtmek gerekiyor. Yani o şartlar altında yapmanızın rasyonel olduğu eylemlere gönderme yapıyor. Yoksulluk ile suç arasındaki ilişki de böyle. Yoksul bölgelerde ve ailelerde riskli davranışları yükselten bir teşvik mekanizması var. Bu yüzden karşı teşvik mekanizmalarının oluşturulması gerekiyor. Yani suçu azaltmanın birincil yolu, girişimciliği artıracak, ekonomik gelişimi destekleyecek politikalar uygulamak.
7. Oyunun Kurallarını Değiştirmek
Kitap boyunca sistem dizaynının öneminden bahseden Surprenant & Brennan, doğru yönde atılabilecek adımları şöyle sıralıyor:
- Kâr Amaçlı Polisliği Bitirmek: Mala el koyma ve ceza yazma, polisler için büyük bir gelir kapısı, sistemin bunun önüne geçecek biçimde reforme edilmesi gerekiyor.
- Hakim ve Savcıların Seçimle Gelmemesi: Dünyanın geri kalanındaki gibi, hakim ve savcıların atama yoluyla gelmesi daha iyi olabilir.
- Kefaleti Ortadan Kaldırmak
- Mens Rea’yı Geri Getirmek: Mens rea, suç için kötü niyetin bir şart olması fikri. Bugün suç ve regülasyonların çokluğu, vatandaşların suç takibi yapamamasına neden oluyor. Bir yasanın bilerek çiğnendiğini göstermek suçun cezalandırılması için gerekli şartlardan biri olmalı.
- Hapishane Ücretlerini Kimin Ödediğini Değiştirmek: Şu anda hapishaneler, eyaletlerin kendi bütçelerinden karşılanıyor. Fakat yerel yönetim hapis yerine rehabilitasyon programlarını seçerse bu yerel yönetimin cebinden çıkıyor, bu da hapisi rehabilitasyona ya da diğer ceza yöntemlerine tercih etmelerine neden oluyor. Hapislerin finansal yükünü de yerel yönetimlere aktarılması akıllıca olabilir.
- Hapis Rekabeti: Devlet, suçlulara hangi hapishaneye gönderilmek istediğini sorabilir ve hapishaneleri araştırması için süre tanıyabilir. Bu, suçluları kendine çekmek isteyen hapishanelerin, hapishane koşullarını iyileştirmesi için bir teşvik verir.
- Kısmi Dokunulmazlığın Kalkması: Şu anda ABD’de polislerin (polis sendikası aracılığıyla) yarı-dokunulmazlığı var. Kötü/şiddetçil uygulamaları nedeniyle ceza almaları imkansıza yakın. Bu uygulamanın tamamen kaldırılması doğru yönde bir adım olarak görülebilir.
(Burada eklemediğim birkaç madde daha var, bunlar ABD hukuk sistemiyle ilgili detay şeyler olduğu için eklememeyi daha uygun buldum.)
8. Sonuç
ABD’nin ceza adaleti sisteminin diğer gelişmiş ülkelere kıyasla bu kadar disfonksiyonel olmasının ardında sistemin teşvik mekanizmaları var. Bu, ABD’de büyük adaletsizliklerin geniş çapta uygulanmasıyla sonuçlanıyor. Değiştirilmesi gereken şey oyunun kuralları.