Aslında Neye İnanıyorsunuz? : Gerçeklik-İblisi Testinizi Yapın – Keith Frankish

//
818 Okunma
Okunma süresi: 6 Dakika

Büyük bir çoğumuzun politika, güncel meseleler, din, toplum, ahlak ve spor gibi konulara dair görüşleri vardır ve bu görüşleri gerek muhabbet ederken gerekse sosyal medyada dile getirmek için epey zaman harcıyoruz. Sahip olduğumuz pozisyonlar için tartışmalara girer ve bizim görüşlerimize itiraz eden olursa sinirleniriz. Peki ama bunu niçin yaparız ki? Bu sorunun apaçık cevabı, dile getirdiğimiz görüşlere inandığımız (yani, onların doğru olduğunu düşünürüz) ve başkalarının da onlara inanmasını istediğimizdir; ne de olsa onlar doğrudur. Her zaman hakikatin galip gelmesini isteriz. En azından böyle görünüyor. Ama dile getirdiğimiz her şeye gerçekten de inanıyor muyuz? Bir tartışma içindeyken her zaman için hakikati mi ortaya çıkarmaya çalışıyorsunuz yoksa işin içinde başka şey olabilir mi?

Bu sorular biraz tuhaf, hatta biraz saldırgan görünüyor olabilir. İleri sürdüğünüz görüşlerinizde samimiyetsiz veya ikiyüzlü olduğunuzu mu iddia ediyorum? Hayır; en azından farkında bir şekilde böyle olduğunuzu ima etmiyorum. Fakat hakikat dışındaki şeylerden farkında olmadan etkilenebilirsiniz. Günümüzdeki çoğu psikolog ani ve bilinçsiz zihinsel süreçlerin (bazen ‘Sistem 1’ süreçleri olarak adlandırılır) davranışlarımız yön vermede büyük bir rol oynadığı konusunda hemfikirdir. Bahsettiğimiz bu süreçler, bastırılmış anı ve arzularla ilgili Freudyen süreçler olarak değil; zihinsel bir otopilot gibi bilinçli farkındalık hali olmaksızın işleyen sıradan, gündelik kararlar, güdüler ve duygular olarak düşünülür.

Bu türden süreçlerin sohbetlerimizin çoğuna yön verdiği fikri makul görünüyor. Ne de olsa, ne yaptığımızı söyleme sebeplerimize yönelik nadiren bilinçliyizdir; cümleler yalnızca dudaklarımıza varır öylece. Fakat ifadelerimizin arkasındaki güdüler bilinç-dışı ise, bu durumda onları davranışlarımızdan çıkarsamalıyız; her ne kadar ne oldukları konusunda yanılıyor olabilirlerse de. Bu yeni bir fikir değil; yüzyıllar boyunca oyun yazarları ve romancılar, insanları kendi amaçlarında aldatılmış olarak tasvir etmiştir.

  • Gerçekten inanmıyor olduğumuz bir görüşü ifade etmemize sebep olabilecek güdüleri tasavvur etmek kolaydır. Bu görüşlerin doğru olmasını isteyebilir ve bunun için tartıştığımızda içimizi rahatlatabiliriz (Hiç bir kanıt olmamasına rağmen kayıp çocuklarının hala hayatta olduğunu iddia eden ebeveynleri gözlerinizin önüne getirin).
  • Gerçekten inanmadığımız fikirler sayesinde hayran olduğumuz insanlarla bağdaştırılabilir ve onlar gibi olduğumuzu iddia edebiliriz (insanların ünlülerin söylediklerinden nasıl etkilendiğini düşünsenize).
  • Gerçekten inanmadığımız fikirlerin dikkat çekeceğini ve sıra dışı görünmemizi sağlayacağını düşünebiliriz (kışkırtıcı görüşleri benimseyen gençleri hayal edin).
  • Gerçekten inanmadığımız fikirler sayesinde uyumu kolaylaştırdığımızı ve sosyal kabul gördüğünü iddia edebiliriz (Muhafazakar geçmişi olan bir üniversite öğrencisini düşünün).
  • Veya; gerçekten inanmadığımız fikirleri bir inanç ya da ideolojiye bağlılığımızdan dolayı savunma görevimiz olduğunu hissedebiliriz (bu tutuma bazen iman veya dini anlamda inanç diyoruz).

Sıraladığımız bu türden güdüler başka faktörler tarafından desteklenebilir. Toplum olarak, kendini bilen ve sahip olduğu ilkelere bağlı kalan insanlara hayranlık duyma eğilimindeyiz. Dolayısıyla da, herhangi bir nedenden ötürü bir görüş bildirdiğimizde, (yine farkında olmaksızın) artık o görüşe bağlı olduğumuzu ve bir tutarlılık meselesi olarak bu görüşten ayrılmamamız kaldığımızı hissedebiliriz. Aynı zamanda, sanki bir spor takımına bağlılık duymak gibi, bildirdiğimiz görüşe duygusal bir bağlılık geliştirebiliriz. O, yani ilan ettiğimiz bu görüş artık bizim görüşümüzdür; aleni bir şekilde onayladığımız ve sırf bize ait olduğu için rakiplerini yenmesini istediğimiz görüşümüz! İşte bu ve benzeri şekillerde, gerçekten inanmıyor olsa dahi bir iddiaya güçlü bir kişisel bağlılık hissedebiliriz.

Hiçbir zaman için (filozofların epistemik kaygılar dediği) gerçeklik ve bilgi kaygıları tarafından yönlendirilmediğimizi iddia etmiyorum, fakat bahsettiğimiz bu türden duygusal ve sosyal faktörlerin hayal edebildiğimizden çok daha büyük bir rolü olabileceğinden şüpheleniyorum. İnsanların ileri sürdükleri görüşlerini savunurken gösterdikleri coşku ile harareti ve görüşlerine karşı çıkıldığında hissettikleri incinmeyi başka nasıl açıklayabiliriz ki?

Peki bazen inanmadığımız şeyleri söylememiz kötü müdür? Belki değil gibi görünebilir. Demin bahsettiğim toplumsal kabul görmek veya bir imaj geliştirmek türündeki niyet ve amaçlar, mutlak anlam kötü değildir ve bilinçsizse yapıldıklarından onlardan sorumlu tutulmamamız gerektiği iddia edilebilir. Ama burada bazı riskler var. Çünkü bu amaçlara ulaşmak adına bizi dinleyenleri söylediklerimize gerçekten inandığımıza da ikna etmemiz gerek. Sırf onlar üzerinde bir etki bırakmak için bir şey söylediğimizi düşünselerdi, o etkiyi bırakmayı başaramazdık. Bununla beraber eğer amacımız çocuklarının hala hayatta olduğunu iddia eden ebeveynlerinki gibi, bizzat kendimiz üzerinde bir etki bırakmaksa, kendimizi buna inandığımıza ikna etmemiz gerekir. Yani sonuç olarak, söylediklerimize inanıyormuş gibi davranarak ifade ettiğimiz şeyleri, bizzat eylemlerimizle desteklememiz gerekebilir. Şayet söylediklerimiz ile eylemlerimiz arasında bariz bir farklılık olsaydı, samimiyetsizliğimiz de bariz olurdu. Böylece; apaçık hayal kırıklığı ve başarısızlık riskleriyle de beraber; kabul, onay ve iç rahatlamaya yönelik bilinçsiz arzular hiçbir sağlam kanıtımızın olmadığı iddialara yaslanarak seçimler yapmamıza neden olabilir.

Öyleyse, bir iddiaya gerçekten inanıp inanmadığınızı tespit edebilmenin bir yolu var mı? Bilinçli düşünmek, bu problemi çözebilir gibi görünüyor. Eğer iddiayı bilinçli olarak kabul ediyorsanız, doğru olduğunu düşünür müsünüz? Fakat bu sürecin kendisi de güvenilmez olabilir. Pek çok teorisyen, bilinçli düşünmenin bile yalnızca iç konuşmadaki kendi kendine konuşmadan ibaret olduğunu ve tıpkı dış konuşmadaki gibi bilinçsiz güdüler tarafından yönlendirilebileceğini kabul ediyor. Ve söylediğim gibi; bilinçsiz arzular, gerçekten inanmıyor olsak bile bizzat kendimize bir iddianın doğru olduğunu söyleyerek kendimizi kandırmamıza sebep olabilir.

Tüm bunlara rağmen başvuracağımız bir düşünce deneyi, gerçekten doğru olduğuna inandığımız şeyleri tespit etmemize yardımcı olabilir. Gerçek yaşam içerisinde gerçeğin, hakikaten de baskın endişemiz olduğu birkaç bağlam olabilir: Bizim için; iç rahatlatıcı bir görüşü sürdürmek, yüce bir ideolojiyi ya da kendi imajını desteklemek neredeyse her zaman hakikatten daha önemli olabilmiştir. Fakat, var olan her şey hakkında gerçeği bilen ve yanlış bir cevap verdiğiniz veya hiç cevap veremediğiniz takdirde sizi acımasız bir şekilde cezalandıracak süper güçlü bir varlık olan Hakikat İblisi (veya Gerçeklik İblisi) tarafından sorgulandığınızı varsayalım. Hakikat İblisi size doğru olup olmadığını sorduğu anda bile bir iddiayı sürdürmeye devam ederseniz, o zaman buna gerçekten inanabilirsiniz çünkü gerçekten doğru olduğunu düşünüyorsunuzdur. Ancak her şeyi bilen iblis tarafından işkence tehdidi altındayken farklı bir cevap verirseniz, o halde bu iddiaya gerçekten inanmıyorsunuz demektir. Bu düşünce deneyi bize inançlarımız için pratik bir test sunmaktadır: Az önce anlatılan durumu mümkün olduğunca canlı bir şekilde hayal edin ve mevcut görüşlerinize dair ne söyleyeceğinize bakın. Fakat, kendinize, duymayı istediğiniz şeyleri söylemeye başlarsanız; konuyu fazla bilinçli düşünmemeye dikkat edin.


Keith Frankish– “What do you really believe? Take the Truth-Demon Test“, (Erişim Tarihi: 21.10.2021)

Çevirmen: Taner Beyter

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Ateist Oranını Ölçmek – Pew Research Center

Sonraki Gönderi

Descartes’ın Düalizmi Akıl Sağlığımızı Nasıl Mahvetti? – James Barnes

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü