0. Giriş
Felsefeyle ilgili tuhaf bir şey var: felsefe, kendi temellerini sorgular. Felsefenin doğası, filozofların faaliyetleri gereği ele aldığı bir şeydir. Bu, disiplinin bir parçası olarak kabul edilen bir şey değildir. Bu da “Felsefe nedir?” sorusunu biraz paradoksal bir hale getirir. Kişi, soruya el atmak için soru hakkında fikirlere sahip olmalıdır (cevaplamaya çalışmak felsefi sorgulamanın bir örneği olacaktır); yine de kişinin cevabı ne derece bildiği, sorunun ne kadar çekici olmadığı ve cevabın aşinalığıyla ilgilidir. Öyle görünüyor ki felsefenin bir soruyu nasıl cevaplayacağına dair yeterli miktarda fikrimiz var, ancak ilginç ve önemli soruların cevabının nasıl olacağı konusunda karanlıktayız. Eğer birisi, eline bir felsefeye giriş kitabı alırsa ya da bir üniversitenin felsefe bölümüne gidip orada çalışanlara felsefenin ne olduğunu sorarsa, felsefenin tanımının aşağıdaki üç soru ile ele alınması sıra dışı olmaz:
- Gerçeklik nedir? (Metafizik)
- Nasıl yaşamalıyız? (Etik-ahlak)
- Neyi bilebiliriz? (Epistemoloji)
Bu geleneksel görüşün arkasındaki düşünce, felsefenin barındırdığı bazı entelektüel faaliyet alanlarının olmasındandır; öncelikle, filozoflar tarafından farklı biçimde ele alınması gereken felsefi konular vardır.
Ancak bu tartışmasız bir iddia değildir. Filozofun koruması gereken bir alan olduğuna dair tartışmalı fikre, çeşitli yönlerden itiraz edilir, bazıları felsefenin gerçekten hiçbir şeye sahip çıkmaya hakkı olmadığını, filozofların bize herhangi bir şey anlatmasına ihtiyacımız olmadığını savunur. Felsefe tartışmalı bölgeleri işgal eder. Bu, işgal ettiği topraklar üzerindeki iddialarını haklı gösterebilir mi? Yoksa arazinin haklarını bir başkasına mı vermelidir?
Özellikle felsefe için iki itirazı inceleyeceğim, çünkü onların tartışmalı bölgelere işgaliyle ilgili iddialarını daha ayrıntılı olarak gördüğümüzde, felsefenin ne olduğunu daha net şekilde anlayacağız. Bakacağım iki itiraz: din ve bilim. Bu disiplinlerin her biri kendi yöntemiyle felsefenin meşruiyetine meydan okur ve felsefenin kendine ait olarak gördüğü alanı işgal eder.
1. Din
Din çok geniş ve çeşitli bir alan olduğundan, fikirlerimi yeterince açık hale getirmek için burada onun belirli bir tezahürüne odaklanacağım; reform. Bu bağlamda din bazen felsefeyi karşısına alabiliyor. Bazıları felsefenin gündeme getirdiği soruları cevaplayabilmesi için dine ihtiyaç duyduğunu ve felsefenin dine (veya teolojiye) hâkim olması gerektiğini söylüyor. Sanki felsefe epistemoloji, ahlak ve metafizik alanlarına hitap etmeye çalışırken, tamamıyla dine ait bir alan üzerinde hak iddia etmeye çalışır gibi algılanabiliyor.
Elbette, bu örnekteki her şey tüm dinler için geçerli değildir, ancak genel fikri verir. Daha sonra bunu aydınlanma ile karşılaştıracağım, çünkü aydınlanma, birçok yönden onu hızlandıran reform hareketine bir cevaptır.
1.1. Reform
Reform, Hıristiyanlık tarihinde Avrupa’nın büyük toplumsal değişim geçirdiği bir noktaya işaret eder. Matbaacılıktaki gelişmeler ve ardından İncil’in ortak dilde yayılması, Katolik kilisesi tarafından çarpıtıldığı görülen metinde bulunan ‘gerçek’ mesajın farkına varılmasını sağladı. Hristiyan dininin yeni (pek çok yönden geleneksel) bir versiyonu ortaya çıktı ve kendisini Roma Katolik kilisesinin karşısına koydu – Protestanlık, Martin Luther ve John Calvin gibi insanlar, Protestanlığın öncülüğünü yaptı. Bu çatışmayı betimlemenin açıkça basitleştirilmiş bir yolu meseleye otorite açısından bakmaktı. Katolikler, nihai otoritenin kilise geleneğinde yattığını savunur, oysa Protestanlar bunu attılar ve onu kutsal kitabın otoritesiyle değiştirdiler. Bu Protestan devrimi, ‘felsefi’ soruların üçünü de yukarıdan ele alma yollarının sıkı bir kombinasyonunu sağladı (belki de bu yanıtı üç sorunun hepsine birlikte cevap veren bir dünya görüşü olarak düşünebiliriz). Kutsal yazılar her şeyden önce epistemolojik bir temel oluşturdu. Kişi direkt ya da aracılı olarak, Tanrı’nın ilahi mesajına ilhamla birlikte yazıya dökülmüş olması sayesinde ulaşabildi. Bu verildikten sonra, diğer soruların cevapları da zaten verilmiş görünüyor. Kişi ne yapacağını bilebilir, çünkü Tanrı’nın talimatları kutsal yazılarda bulunur. Gerçekliğin neye benzediğini bilebilir, çünkü dünya ve göklerin tasvirleri kutsal yazılarda bulunur. Böylece, ne bilebileceğinizi, nasıl yaşamanız gerektiğini ve gerçekliğin aslında nasıl olduğunu bilmek istiyorsanız, bunların hepsine aynı yerde yanıtlar bulacaksınız; kutsal kitap. Tüm bunlar hakkında nihai otoriteye zaten bir erişiminiz varken, bir filozofun size bu alanlardan bahsetmesine ne gerek var?
Ancak her şey o kadar basit değil. Reform teologlarının bize sunduğu resme biraz daha yakından bakmaya ara verirsek, yukarıda belirtilen her şeyi kapsayan dünya görüşünün göründüğünden daha eksik olduğunu görebiliriz. İşte John Calvin’in başyapıtı The Institutes of Christian Religion’dan bir alıntı:
Pavlus, Tanrı hakkında bilinebilecek olanın dünyanın yaratılışında tezahür ettiğini söylediğinde, insanın aklının anlayabileceği gibi bir tezahürü kastetmez; aksine, bizi affedilemez kılmaktan başka bir etkisi olmadığını kasteder.”(Calvin, Institutes of Christian Religion, Bölüm 5, Kısım 14, 1536)
Calvin’in burada söylediği, Tanrı’nın yarattığıyla iletişim kurduğu aracı olan “vahiy” hakkındadır. Calvin, doğal dünyayı inceleyerek Tanrı hakkında bir şeyler öğrenmenin gerçekten mümkün olduğunu düşünüyor – ama beklentiyi çok da yüksek tutmayın. Bu rota göz önüne alındığında bulabilecekleriniz çok da fazla değil. Gerçekten bildiğiniz tek şey, onun var olduğu ve bu nedenle “affedilemez” olduğunuzdur. Tek bilebileceğiniz suçlu olduğunuzdur. Dolayısıyla, Calvin’in bu resimde dış dünyayı inceleyerek edindiği en derin bilgi sadece ahlaki bir derstir.
Arka planda, dünya hakkında bilimsel olarak düşündüğümüz şeyi (yani ‘insanın zekasıyla anlaşılabilecek’ şeyleri) bulmaya çalışmama konusunda üstü kapalı bir ima var. Dünya hakkında gerçekten bilmeniz gereken tek şey, onu Tanrı’nın yarattığı ve onun yarattığı olarak sizin ahlaki açıdan suçlu olduğunuz ve cezayı hak ettiğinizdir. Geri kalan her şey basitçe ilahi bir gizem olarak kabul edilmelidir (yani insanın zekasının ötesinde bir şey). Böyle bir gizem, kavrayış eksikliğine rağmen kabul edilmelidir. Rasyonel temeli olmayan bu tür bir kabul, inancın özelliğidir.
1.2. Aydınlanma
Aydınlanma, reformdan sonraki bir dönemi işaret eder. Bu dönemde bilimde büyük ilerlemeler kaydedildi, Amerika kıtasına yerleşildi ve anayasal yönetim, toplumsal haklar ve dini hoşgörü gibi alandaki eski geleneklere pek çok itiraz geldi. Bu dönemdeki önemli isimler arasında Thomas Jefferson, David Hume, Adam Smith, Thomas Paine, Edward Gibbon, Benjamin Franklin, Voltaire ve Immanuel Kant yer alır.
Bu kişilerin işlerinin çoğunu birleştiren, harekete geçiren fikir, aklın kullanımının her konuda nihai otorite olmasıydı. İşte Kant’ın ‘Aydınlanma Nedir?’ metninden bir alıntı:
Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; ve bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır: Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü.
Ne var ki her yandan “düşünmeyin! aklınızı kullanmayın!” diye bağırıldığını işitiyorum. Subay, “Düşünme, eğitimini yap!”, maliyeci “düşünme, vergini öde!”, din adamı “düşünme, inan!” diyor. (Şu dünyada yalnız bir kişi var ki o da, “istediğiniz kadar ve istediğiniz şeyi düşünün, ama itaat edin!” diyor) Her yerde özgürlüğün sınırlanışı var.
Peki hangi türde bir sınırlama aydınlanmaya karşıdır, hangisi değildir ve hangi biçimde bir sınırlama tersine özgürlüğe yararlıdır? Yanıt vereyim: kendi aklının kitle önünde, kamuoyu önünde ve hizmetinde serbestçe ve açık bir biçimde kullanılması her zaman özgürce olmalıdır; ve yalnızca bu tutum insanlara ışık ve aydınlanma getirebilir; buna karşılık aklın özel olarak kullanılışı, genellikle çok dikkatlice ve dar bir alanda kalacak bir biçimde sınırlandırılabilmiştir ve bu da Aydınlanma için bir engel sayılmaz. (Kant, What is enlightenment?, 1784) (Bu alıntı Nejat Bozkurt Felsefe Yazıları (1983)’ndan alınmıştır)
Kant’ın buradaki işaret ettiği nokta, aklın kullanımına hiçbir sınırlama olamayacağıdır; akılla gitmenin yasak olduğu hiçbir alan yoktur. Aklın kullanımını, bir ülkeye kitle imha silahları aramak için gönderilen bir silah müfettişiyle karşılaştırın. Arama yapmalarına izin verilmeyen bir alan olsaydı, bu kalan alanı aramak için harcadıkları her türlü çabayı baltalardı. Yasak bölgede saklanan silahlar olduğu için ülkede silah olmadığı asla ilan edilemezdi. Bu (biraz zorlama) benzetme, aklın kullanımı için uygulanabilir. Gitmemize, sorgulamamıza ve araştırmamıza izin verilmeyen bir alan varsa, o zaman sarsıntılı temeller üzerine inşa edilmiş olabileceğinden, dünya hakkındaki görüşümüzün geri kalanının doğru olduğundan emin olamayız. Yine de, uzmanlık alanlarında aklımızı kullanmamızı istemeyen birçok kişi var – subay, maliyeci ve din adamı. Her biri araştırmadan söylediklerini kabul etmenizi istiyor. Yine de, Kant’ın da dediği gibi, tüm bu kısıtlamalara direnmeliyiz.
Calvin esasen, mantığı uygulamayı umamayacağımız alanların, doğal dünya anlayışı veya Tanrı’nın doğası olduğunu savundu (bunlar, insanın zekasının ötesindedir). Kant, böyle bir ihtarın olamayacağını söylüyor. Elbette, bir şeyi anlamaya çalışmak ve belki de başarısız olmak için aklınızı kullanabilirsiniz, ancak aklın kullanılmasının yasak olduğu hiçbir konu yoktur (silah müfettişinin gidemeyeceği hiçbir yer yoktur). Akıl, akıl olabilmek için tamamen özgür olmalıdır.
Felsefenin ne olduğu hakkında düşünmenin bir yolu, aklın sınırsız kullanımı gibidir. Kişi bir konuya, herhangi bir konuya, girişmek ve onu anlamaya çalışmak için mantığını kullanır. Dolayısıyla, felsefenin biyoloji ya da tarihinki gibi belirli bir konusu yoktur; bunun yerine, her şey felsefenin konusu olabilir – hatta felsefenin doğası bile.
Bu, din ve felsefenin çatışmakta olduğu fikrinin yanlış olduğu anlamına gelir. Felsefe, dinin belirli konularına – Tanrı’nın doğasına, etiğine ya da metafizik ya da her neyse – dair iddiada bulunmaz. Felsefe, aklın kullanımına ilişkin bir kısıtlama olamayacağı için herhangi bir konuda hak iddia edebilir.
2. Bilim
Felsefeyle sık sık çatıştığı iddia edilen bir başka alan – felsefenin tabi olmasını ve yerini bilmesi gerektiğini iddia eden bir başka alan – bilimdir. Bill Nye, Neil deGrasse Tyson ve Lawrence Krauss gibi çeşitli bilim insanları benzer noktalara değinir. Özellikle Krauss, felsefe ve bilimin aynı konu için rekabet ettiği fikrini dile getirir:
… Felsefe fiziğe tecavüz etti. Felsefe, içeriği olan bir alandı, ancak daha sonra ‘doğa felsefesi’ ile fiziğe dönüştü ve fiziğin konu stoğunu daralttı. Fizikte ne zaman bir sıçrama olsa, filozoflar dikkatle kendilerine seçerek bu alanları alır, tecavüz eder ve böylece fizikçiler de filozoflara karşı bu doğal öfkeye sahip olur. (Krauss, Has Physics Made Philosophy and Religion Obsolete?, in TheAtlantic.com, 2012).
Bu görüşün bir diğer etkili savunucusu, 2011 tarihli The Grand Design adlı kitabında şu yorumları yapan Stephen Hawking’dir:
Kendimizi içinde bulduğumuz dünyayı nasıl anlayabiliriz? Evren nasıl davranır? Gerçekliğin doğası nedir? Bütün bunlar nereden geldi? Evrenin bir yaratıcıya ihtiyacı var mıydı? Çoğumuz zamanımızın çoğunu bu sorular için endişelenerek geçirmeyiz , ancak neredeyse hepimiz bazen bu sorular için endişeleniriz. Geleneksel anlamda bunlar felsefeye ait sorulardır, ancak felsefe öldü. Felsefe bilimdeki, özellikle fizikteki modern gelişmelere ayak uyduramadı. Bilim adamları bilgi arayışımızda keşif meş’alesinin taşıyıcıları oldular. (Hawking, The Grand Design, 2011)
Görünüşe göre Hawking’in (ve dolayısıyla yukarıdaki diğer bilim popülistlerinin) iddiasının temelinde felsefe ile ilgili şu iki nokta yatıyor:
- Felsefe bilimin yaptığını yapmaya çalışır
- Felsefe bilimin yaptığını yapmayı başaramaz
Bilimin yaptığı, felsefenin görünüşte yapmaya çalıştığı ve başaramadığı şey, dünya hakkındaki gerçekleri keşfetmektir (“Bilim adamları bilgi arayışımızda keşif meşalesinin taşıyıcıları haline geldiler”). Buradaki fikir, bilimle, dünya hakkında güvenilir modeller üreten denenmiş ve test edilmiş bir yönteme sahip olduğumuzdur – ve bu, dünyanın neye benzediğini bulmanın en iyi yoludur. Bilim, gerçekleri bulmak için bir araçtır. Böylelikle bilim, önceki nesillerin ilerlemesine dayalı olarak ilerleme kaydeder – kümülatiftir. Bilim, gerçeğe daha yakın, daha iyi bir anlayışa sahip olma yolunda bir yolculuktur.
Felsefe aynı zamanda doğruları bulmanın da bir aracıdır, bu görüşe göre, bilimi bu kadar güvenilir kılan deneysel yöntemden yoksundur. Bunun tersine, felsefe, belki de bir koltuk rahatlığından, rasyonel düşünceden başka hiçbir şey içermeyen şüpheli a priori yöntemine dayanır. Filozof, falcı veya astrolog gibi, dünya hakkında iddialarda bulunur ve bu nedenle, bu tür iddialarda bulunmaya uygun tek kişi olduğunu iddia eden bilim adamını itekler. Felsefi yöntemin ne kadar zayıf olduğunun kanıtı olarak, felsefenin ilerleme kaydetmede ne kadar kötü olduğunu karşılaştırın. Nesilden nesile aynı eski sorunlar tekrar tekrar gündeme geliyor. Bu birikim eksikliği, bilimle karşılaştırıldığında felsefenin eksikliğini gösterir.
Bilimcilik diyebileceğimiz bu görüş, şu şekilde tanımlanır:
- Bilimcilik = Dünya hakkında bilgi sahibi olmanın tek yolu bilimden geçer.
Bu görüşte iki temel sorun var. Birincisi, bilimcilik dünya hakkında bilgi sahibi olmanın tek yolunun, bilimden geçtiğini iddia eder ancak bilimciliğin kendisi bilimsel yöntemle bilinebilecek bir şey değildir (bu empirik bir olgu değildir) İkincisi, açıkça felsefi bir iddiadır; bu görüşe göre filozofların alanı olan epistemoloji hakkında ampirik olmayan bir iddiadır. Bu nedenle, bir bilim insanı bilimciliği, özellikle felsefe eleştirisi olarak onaylıyorsa, o zaman eleştirdiği şeye hakaret ediyor demektir.
Bu tür katı bilimciliğin sorunlarına ek olarak, felsefenin bir hakikat bulma girişimi olarak görülüşünün de sorgulanabileceğini düşünüyorum. Bu görüşün aksine, bu yazının geri kalanını Sokrates ile bağlantılı felsefe vizyonunu açıklayarak geçireceğim.
2.1. Sokrates
Sokrates birçok yönden batı felsefesinin babasıdır. Onun hakkında bildiğimiz neredeyse her şey, kahramanın rolünü oynadığı öğrencisi Platon tarafından yazılan diyaloglardan gelir. İlk diyalogların, Sokrates’in Platon’un kendi görüşleri için bir sözcü haline geldiği daha sonraki çalışmaların aksine, onun gerçek görüşlerini en sadık şekilde yansıttığı düşünülmektedir. Bu erken dönemde, Hawking, Krauss ve diğerlerinin (yukarıda bahsedilen) eleştirilerinin varsaydığına zıt bir felsefe görüşünü ortaya çıkarmak istiyorum.
Sokrates alışılmadık bir figürdü. O, toplumda sabit bir geliri veya konumu olmayan, insanlarla sokaklarda sohbet eden bir tür serseriydi. Sonunda, gençliği yozlaştırmak, tanrı tanımazlığı öğretmek ve (kişisel favorim) zayıf argümanı daha güçlü göstermek gibi uydurma suçlamalarla yargılandıktan sonra Atina mahkemeleri tarafından idam edildi. Sokrates’in Savunması’nda açıklanan arka plan hikayesi, arkadaşlarından birinin Delphi Kahini’ne Sokrates’ten daha akıllı biri olup olmadığını sormasıdır. Cevap, Sokrates’ten daha bilge kimsenin olmadığıydı. Ancak Sokrates’in duymayı beklediği yanıt bu değildi:
Sokrates: Cevabı duyduğumda kendi kendime dedim ki, Tanrı ne anlatmaya çalışmış olabilir? Ve bu bilmecenin yorumu nedir? Çünkü küçük ya da büyük bilgeliğimin olmadığını biliyorum. (Sokrates’in Savunması)
Sokrates şaşkındı çünkü Kâhin gerçek olmayanı söyleyemezdi, yine de bunun Sokrates’e özel bir şey olmadığı aşikârdı. Kendisinden daha bilge birini bulabilirse, o zaman onları kâhine götürebileceğine ve reddini şahsen sunabileceğine karar verdi. Aklına gelen ilk kişi bilgeliğiyle ün yapmış bir politikacıydı:
Sokrates: Buna göre bilgelikle tanınan birine gittim ve onu gözlemledim – adını anmaya gerek yok; o, incelemek için seçtiğim bir politikacıydı ve sonuç şöyleydi: Onunla konuşmaya başladığımda, birçokları tarafından bilge ve kendince daha bilge bulunmasına rağmen, onun gerçekten bilge olmadığını düşünmeden edemedim; gittim ve ona kendisinin bilge olduğunu düşündüğünü, ancak pek de bilge olmadığını açıklamaya çalıştım; Sonuç olarak benden nefret etti ve düşmanlığını orada bulunan ve beni duyan birkaç kişi daha paylaştı. Bu yüzden oradan ayrıldım, giderken kendi kendime şöyle dedim: Her ikimizin de gerçekten güzel ve iyi bir şey bildiğini sanmasam da, ondan daha iyiyim – çünkü o, hiçbir şey bilmiyor ve bildiğini düşünüyor. Ben ne biliyorum ne de bildiğimi sanıyorum. Öyleyse, bu durumda ondan biraz daha avantajlıyım gibi görünüyor. (Sokrates’in Savunması)
Bu politikacının bilgisinin ciddi ölçüde eksik olduğunu fark eden Sokrates, Kahin’in hatalı olduğunu gösterebilecek başka birini bulmaya karar verdi. Bu amaçla, hakimler, zanaatkârlar, şairler, askerler ve bilim adamları gibi başka bilgi ve hikmet iddiaları olan insanları sorgulamak için Atina’yı dolaştı. Her vakada, uzmanlaştıkları alanda otorite ile konuşabildiklerini, ancak dayandıkları temellere ilişkin herhangi bir fikir veremediklerini gördü. Sokrates tarafından neyi kastettiklerini açıklamaları için baskı yaptıklarında, “onur” veya “gerçek” deyince, anlayış eksiklikleri çabucak ortaya çıkacaktı.
Elimizdeki özel vakaya biraz daha detaylı bakalım. Sokrates, mahkemelerden kendisine yöneltilen suçlamaların ayrıntılarını duymak için sırada bekliyordu. Oradayken, kendisi de sırada bekleyen Euthyphro ile bir konuşma başlattı. Euthyphro, Sokrates gibi suçlamalarla yüzleşmek için değil, cinayetten kendi babasına karşı suç duyurusunda bulunmak için oradaydı. Bunu duyduğunda, Sokrates heyecanlandı, büyük bilgeliğe sahip birinin huzurunda olduğuna inandı – büyük bir anlayışla ele geçirilmediği sürece kendi babasına karşı böyle bir eylemi yapmayı düşünemeyeceğini aklından geçirdi. Hatta Euthyphro da öyle olduğunu ve “bu tür konularda tam bilgiye sahip” olduğunu kabul etti.
Bu, onları, dindarları ve tanrıları rahatsız eden bir tartışmaya götürür; bu, yasal ve sosyal olarak kabul edilebilir davranış kavramları hakkında konuşmanın antik Yunan tarzıdır – bir mahkemede geçerli olacak türden bir şey. Sokrates, Euthyphro’ya dindarlığın ne olduğunu sorar ve Sokrates’in her birinin doğru olamayacağına işaret ettiği çeşitli yanıtlar alır.
Euthyphro’nun sunduğu ilk cevap, temelde kendisinin yaptığı şeydir, yani dini suçluları (babası gibi) yargılamaktır. Sokrates, bu bir dindarlık örneği olsa da, bunun dindarlığın tanımı veya ölçüsü olmadığına dikkat çeker, çünkü insanları yargılamayı içermeyen başka dindar eylemler vardır (yani Sokrates bunun dindarlık tanımı için yeterli olduğunu ancak gerekli olmadığını gösterir).
Euthyphro’nun sunduğu ikinci cevap, dindarların tanrıların onayladığı şeyi yapmakta olduğudur. Yine de, Sokrates tanrıların sık sık birbirleriyle tartıştıklarına ve bu nedenle aynı şeyin tanrılar tarafından hem onaylanabilir hem de onaylanmayabilir olduğuna dikkat çeker. Bu da bir şeyin, hem din tarafından onaylanabileceği hem de onaylanamayacağı anlamına gelir.
Euthyphro’nun sunduğu üçüncü cevap, tüm tanrıların sevdiği şeyin dindarlık ve bütün tanrıların nefret ettiği şeyin dinsizlik olduğudur. Bunun cevabı, adını diyalogdan alan ünlü ikilemdir (sonraki tüm alıntılar Euthyphro’dan alınmıştır):
Sokrates: Anlamak istediğim ilk nokta dindar ya da azizin, kutsal olduğu için mi yoksa dindar olduğu için mi tanrılar tarafından sevildiğidir.
Euthyphro bundan emin değildir, ancak tanrıların yaptıklarını kutsal olduğu için sevdiklerini onaylar, bu da kutsal olanın tüm tanrılar tarafından sevilen şey olduğu iddiasını döngüselliğe indirger.
Euthyphro, son denemesinde, anlaşılması oldukça zor bir fikir veriyor:
Euthyphro: dindarlık ya da kutsallık, Sokrates, bana öyle geliyor ki, adaletin insanlara katılan bir parçası olduğu gibi, tanrılara katılan bir başka parçası daha var.
Bu fikir, adaletin insanlara yaradığı gibi dindarlığın da tanrılara yaramasını olası görür. Tartışma sonunda Sokrates, Euthyphro’dan daha fazla dayanma gücüne sahiptir ve Euthyphyro şunu söyleyerek ayrılır:
Başka bir zaman, Sokrates; çünkü acelem var ve şimdi gitmeliyim.
Çoğu diyalogda olduğu gibi, Euthyphro da sonuçsuz kalır. Dindarlığın (veya adaletin) doğası araştırılır ve birçok tanım rasyonel olarak sorgulanır, ancak sonunda yine de gerçeğe yaklaşamayız. Öyleyse bir anlamda egzersizler anlamsız görünüyor. Yeni gerçekleri keşfetmekte başarısız olduk. Tıpkı Hawking’in şikayetlendiği gibi, felsefe, bilimin iyi olduğu şeyleri yapamaz.
Ancak olan şey, Sokrates’in başlangıçta çok emin olan Euthyphro’nun aptallığını ve küstahlığını ifşa etmesidir. Yüzeyin altını kazıdığımızda, dindarlık hakkında gerçekten pek bir şey bilmediğini gördük. Dolayısıyla felsefeyi başarısız bir hakikat arama mekanizması olarak görmek yerine, onu bir tür başarılı yanılgı arama mekanizması olarak görebiliriz. Dindarlığın ne olduğunu bilmeye daha yakın değiliz, ancak ne olmadığı ve böyle şeyler hakkında akıl yürütürken kaçınmamız gereken hatalar hakkında bir şeyler biliyoruz. Sokrates’ten öğrenmemiz gereken derslerin en başında tevazu – entelektüel alçakgönüllülük var. Bir şeyleri bilme veya bilgeliğe sahip olma yeteneklerinizi abartmak kolaydır. Bilge adam kendi sınırlarını bilir.
İşte felsefenin Hawking, Krauss ve diğerlerinden oldukça farklı olduğunu gördüğüm yer burası. Felsefe, bilim gibi dünya hakkındaki gerçekleri ortaya çıkarmak için tasarlanmış yöntemi olan bir girişim değildir. Aksine, kötü argümanları, hatalı muhakemeleri ve haksız iddiaları tespit etmenin bir yoludur. Kendi sınırlarımızı zorlayarak ve gerçekte olduğumuzdan daha fazlası olduğumuzu düşünmemizi engelleyerek alçakgönüllülük sağlar.
Sonuç
Sonuç olarak, felsefeyi belirli bir konusu olmayan bir konu olarak görüyorum; herhangi bir alana uygulanan aklın kullanımıdır. Gerçekleri bulmak için bir yöntem değil, yanlışlıkları ve yanılgıları bulmak için bir yöntemdir. Kendimizi başkaları tarafından aldatılmaktan korumak söz konusu olduğunda bu iyidir (politikacılar ve dogmacılar vb.) Belki de yapmamıza gerçekten yardımcı olduğu tek şey, dünyayı anlamak söz konusu olduğunda kendi sınırlarımızı keşfetmemiz olabilir.
Alex Malpass- “What is philosophy?”, (Erişim Adresi: 25.08.2020), Erişim Kaynağı: https://useofreason.wordpress.com/2016/07/18/what-is-philosophy/
Çevirmen: Damla Belemir Aydın
Çeviri Editörü: Berk Celayir