17. yüzyıl İngiltere’sindeki iki devrimi de yaşayan John Locke, bugün hala demokrasi konusundaki en önemli teorisyenlerden biri olmaya devam ediyor. Locke’un birçok farklı dile çevrilen fikirleri John Rawls gibi kısmi-egaliteryenlerden Robert Nozick gibi liberteryenlere ve Amartya Sen’in Batı-temelli adalet teorileri eleştirisine kadar adalet ve haklar konusundaki çağdaş felsefi tartışmaları etkilemektedir. Locke’un yazıları Fransız Devrimi’ni şekillendiren Jean-Jacques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nin (1762) ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Bağımsızlık Bildirgesi’ndeki isyankar dilin ilham kaynağıdır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Locke’un fikirleri Birleşmiş Milletler ve uluslararası hukuk içindeki demokrasi ve sosyal adalet tartışmalarını sınırlandırmıştır. Devletlerin, yönetilenlerin rızasına dayanması gerektiği, çoğunluğun makul tercihlerde bulunabileceği, her insanın eşit yaratıldığı, insanların devredilemez hakları olduğu – kalıtsal ayrıcalığa karşı düşmanlığı – şeklindeki prensipleri birçok eleştiriye sahiptir. Locke’un etkisi muhtemelen 1960’larda doruk noktasına ulaştı. O zamandan beridir de eleştirilere maruz kalmıştır. Sağ cenahta, eleştirmenler onu fazla idealistik ve pratik olmamakla suçlamıştır: tüm insanlar eşit değildir ve olamazlar. Solda ise, eleştirmenler Locke’un kölelik ve kolonyalizm adına çalışırken radikal fikirlerden bahseden ikiyüzlü bir filozof olduğunu iddia etmiştir. C.B Macpherson’un The Political Theory of Possessive Individualism (1962) kitabı Locke’un özel mülkiyeti köle mülkiyetini de içerecek şekilde her şeyin üzerine koyduğuna yönelik en etkili savı yapmıştır. Postkolonyalist düşünürler, özellikle Liberalism and Empire (1999) kitabında Uday Singh Mehta, Locke’un felsefesini yerli halkların baskılanmasına kılıf işlevi gören demokrasi ve haklar hakkındaki “Batılı” fikirlerin bir simgesi olarak görmüştür. Locke’u köleliğin ve sömürgeciliğin nedenlerine dahil etmek Batı liberalizmine ve aslında demokrasinin kendisine gölge düşürmüştür.
Ne var ki tarih farklı bir hikaye anlatmaktadır. Kolonyalizm ve kölelik Locke’dan çok daha eski fikirler ve pratikler olan kralların ilahi ve mutlak haklarından çıkmıştır. 17. yüzyıl İngilteresi’nde orta seviyede bir görevli olan Locke, monarşi ve kalıtsal statünün gerçekleriyle doğrudan karşılaşmıştır. Bu gibi deneyimler gözünü açmıştır. Zamanla, köleliğin derinden yanlış olduğuna ve tüm sosyal düzeni etkileyen kalıtsal statünün kötülüklerin en uç örneği olduğu inancını benimsemeye başladı. Locke’un rızayı kutlaması onun politik teorisini tanımladı. Kraliyet politikalarına olan karşıtlığı geliştikçe radikal fikirlerinden dolayı cezalandırılmaya maruz kalmıştır.
1649’daki İngiliz İç Savaşı esnasında Locke’un babası Parlamento’yla ve ‘halkın rızası’ prensibiyle taraf tutmuştu. Savaşın sonunda Kral I. Charles kendi halkına ihanet suçuyla yargılandı ve 30 Haziran 1649’da idam edildi. Locke 16 yaşındaydı. Okulu, Whitehall’daki Banqueting House’un merdivenlerinin yanındaki Charles’ın infaz alanına 10 dakikalık yürüme mesafesindeydi ve Locke buna neredeyse kesin olarak tanıklık etmiş ve destekçi olmuştu. Ancak on yıldan uzun süren bir politik istikrarsızlıktan sonra Locke, yeni bir kralı destekledi. Mayıs 1660’da II. Charles’in kişiliğinde monarşi İngiltere’ye geri döndü. Londra çeteleri ve rakip ordular bir anarşi hayaleti yaratarak birbirleriyle savaşmaya hazırlandı. Locke kimin için olduğunu bilse savaşacağını yazmıştı:
Savaşların savaşlardan başka bir şey üretmemesi ve kılıcın kılıç için iş yapması bu paramparça olmuş ve sersemlemiş ulusun büyük bir sefaletidir.
Sonraki birkaç yıl boyunca Locke Oxford’da tıp ve felsefe alanında uzmanlaşan bir akademisyen ve öğretmen olarak yaşadı. 1668’de sonrasında Shaftesbury’nin ilk Kontu olacak Anthony Ashley Cooper’ın hayatını kurtarmasaydı muhtemelen orada kalacak ve hemen hemen hiçbir şey yazmayacaktı. Shaftesbury Locke’u Stuary saray restorasyonu siyasetine, emperyal yönetime ve kralın köleliği teşviğinin en yoğun noktasına çekti.
Locke’un ikiyüzlülüğüne vurgu yapanlar bu on yıl içerisindeki iki kanıta atıfta bulunur. İlki, Locke’un açıkça kalıtsal soyluluğu ve köleliği savunan Carolina’nın Kurucu Anayasaları (1669)’nın yazarı olduğu iddiasıdır: ”Carolina’daki her özgür insan zenci köleleri üzerinde mutlak güce ve yetkiye sahip olacaktır…” İkincisiyse, Locke’un İngiltere için Afrika köle ticaretini yürüten Royal African Company’de hisse sahibi olduğunu göstermeleridir.
Elbette, Locke’Un Shaftesbury Kontu’na olan hizmeti ve Stuart sarayına olan dahiliyeti fikirlerini şekillendirmiştir. Ancak politik felsefesi II. Charles’ın saray politikaları ve pratikleriyle uyum içinde değil ancak onlara karşı olarak gelişmiştir. Locke Yönetim Üzerine İki İnceleme (1689) eserinde köleliğin kökenine karşı çıkmıştır: monarşideki düzenleyici fikirler ve bağlılıklarla aynı fikirler dizisinden türetilen kalıtsal statüye (kralların kutsal ve kalıtsal haklarına). Buna göre; tıpkı bir prensin kralın oğlu olarak hükmetme hakkıyla doğması gibi bir tebaa tebaa olarak ve bir köle köle olarak krallarına ve efendilerine itaat etme yükümlülüğüyle doğarlar.
1660-85 aralığında II. Charles hükmündeki İngiltere köleliği şiddetle sürdürdü ve bunu yalnızca monarşiyi meşru kılmaya yardım ettiği için yapmadı. Köleler monark için büyük vergi gelirleri sağlayan şeker ve tütün gibi karlı mahsulleri üretmeye yardımcı oldu. 1687’ye gelindiğinde bu temel ürünlere uygulanan vergiler (gümrük formunda) donanma, ordu ve diğer birçok şey için ödenen kraliyet gelirinin üçte birini karşılıyordu. II. Charles Afrika kıyılarındaki kalelerini de içeren çeyizi için Portekiz’den Braganzalı Catherine’le evlendi. Köle ticaretini etkinleştirmek için yeni Royal African Company’nin başına kardeşi James’i getirdi; James köle ticaretine erişim elde edebilmek için Hollandalılara karşı iki savaş açtı.
İngiltere’nin Amerika’daki kolonileri için II. Charles köleliği destekleyen kraliyet valileri atadı ve köle ya da sözleşmeli hizmetçi satan alanlara toprak ödülleri önerdi. Virginia’da kral alınan köle başına 50 dönüm teklif etti; böylece, bazı erkekler 20.000 dönümlük ve hatta daha fazla mülk edindi. II. Charles’ın yargıçları, özellikle 1677’de yabancı olanların (yani, tebaa olmayanların) kanun altında hiçbir hakkı olmadığını ve basit mülk olarak kabul edilebileceğini söyleyen mahkeme kararlarına başkanlık ettiler.
Tarihçiler, Locke’un Carolina anayasalarının hazırlanmasındaki rolüne ve burada köleliğe yönelik oluşturulan korumalara uzun zamandır dikkat çekiyorlar. Söylenmek istenen bunun kişisel bir ikiyüzlülükten çok kurucu teorisyeninden yola çıkarak Batı liberalizminin köleliği teşvik ettiğinin kanıtı olduğudur. Ancak böylesi bir hikaye Locke’un pozisyonunun yanlış anlaşılmasına dayanmaktadır. Carolina anayasaları açısından, Locke bir sekreterdi – bir avukatın vasiyet taslağı hazırlaması gibi yasal bir döküman hazırlamıştı. Bunu Carolinalara sahip sekiz kişi için (II. Charles tarafından kendilerine verilen) hazırladı. Bu kişiler “bu eyaletin hükümetinin altında bulundukları monarşiye en uygun hale getirilmesini” istiyordu. “Çok sayıda demokrasi kurmaktan kaçınmaya” çalıştılar. Benimsedikleri prensipler – kalıtsal soyluluğu ve köleliği de içeren – hem Locke’un dahil oluşundan öncesine dayanıyordu hem de sahiplerinin ideallerini yansıtıyordu. Dolayısıyla, Locke’un Carolina anayasalarındaki rolünün sonraki çalışmalarının, liberalizmi bir yana, yorumlanmasında rehberlik işlevi göreceğini iddia etmek ciddi bir hatadır.
Royal African Company hissesi meselesi de ayrıa yanlış yorumlanmaya açıktır. 1672’den başlayarak, II. Charles Shaftesbury’yi İngiltere’nin denizaşırı kolonilerini denetleyen Yabancı Plantasyonlar Konseyi’nin başına getirdi. Locke Shaftesbury’nin kişisel sekreteriydi ve böylece Yabancı Plantasyonlar Konseyi’nin resmi memuru oldu. 1672-73 yılları arasında Charles Locke’a Royal African Company hisseleriyle ödeme yaptı. Bu dönem boyunca konsey denizaşırı politik reformlar (valiler için daha az güç) yapmaya çalıştı ancak büyük oranda kralın emirlerini yerine getirdi. Kayıtlarda Afrikalı köleler hakkında çok daha fazlası vardır. Bir memur olarak Locke elyazısıyla bu söylenenleri de birçok kez tekrarlıyor.
Ancak iki yıl içerisinde hem Locke hem de Shaftesbury, kralla ve onun politikalarıyla beraber hareket etmeyi bıraktı. Shaftesbury, bu dönemde birinin kralı güvenli bir şekilde eleştirebileceği en uç şekilde II. Charles’ın en güçlü karşıtı olarak karşısına çıktı. Shaftesbury yalnızca 1673 Test Yasası’na değil (Katolikleri ve Muhalifleri -Anglikan olmayan Protestanlar- politik makamlardan men edilmesi) ayrıca muhtemelen 1674’te İngiltere için yaratılmaya çalışılan emperyal köle kodu denemesine de karşı çıkmıştır ve her iki politika da Charles tarafından desteklenmiştir. 1675’de Shaftesbury ve Locke Lordlar Kamara’sındaki II. Charles’ın gereğinden fazla ‘mutlak’ güce sahip olup olmadığını sorguladıkları tartışmaları beraber yazıp yayımlamışlardır. Charles kışkırtıcı olması gerekçesiyle kitabın yakılmasını emretmiştir. Locke “sağlık gerekçesiyle” dört yl boyunca Fransa’ya kaçmıştır ve Shaftesbury bir mahkeme olmadan Londra Kule’sine hapsedilmiştir. Temmuz 1675’te Locke Royal African Company hisselerini sattı ve Shaftesbury de onu hızlıca takip etti.
Eğer hikaye burada sona erseydi Locke hakkında çok az şey bilirdik. İmparatorluk için mücadele eden büyük figürler ile gücün doğasına yönelik soruların hakim olduğu politik bir yarışmada küçük bir aktördü. Ancak hikayesi 1675’te sona ermedi ve onun yerine ani bir dönüş noktası olarak işaretlendi.
Bugünün bakış açısından insan hakları ve demokrasi konusundaki fikirlerin her zaman bir tür tamamen somutlaştırılmış halde bulunduklarını düşünmek kolaydır. Belki de kültürel olarak içseldirler: kesinlikle Altın Kural “Başkalarına sana davranmaları istediği gibi davran” – Yeni Ahit’ten – Locke’a ilham kaynağı olmuştur ve birçok farklı kültürde de vardır. Ancak bu dönemde Locke’un yazılarında (ve diğerlerinde) ortaya çıkan insan hakları hakkındaki geniş çaplı argümanlar oldukça spesifik bir kaynağa sahipti. İlahi ve kalıtsal mutlak gücün bir reddi olarak başladılar. II. Charles’ın mahkemesine ve konseyine, bakanlar, politikacılar ve politik düşünürler tarafından kraliyet gücü adına dile getirilen fikirlere yanıt verdiler.
Daha da önemlisi, Locke ve Shaftesbury II. Charles’ın İngiltere’deki ve kolonilerdeki baskıcı yönetiminde ve ayrıca köleliği teşvikinde buldukları karşısında dehşete kapıldılar. Mutlakiyetçiliğin ortak bir öze sahip olduğunu ve farklı formlar aldığını – kralların tebaaları üzerindeki ve efendilerin köleleri üzerindeki – ancak tüm bu formların yanlış olduğunu düşünmeye başladılar. Emperyal politika yapımına dahil olmasaydı Locke asla İkinci Deneme’yi ve demokratik yönetim teorisini oluşturamazdı. Bunu Stuart ideallerini ve uygulamalarını önermek için değil ancak kölelikle olan hukuki ve yönetimsel karşılaşmaları, yozlaşmış bir kolonyal hükümet ve tiranik bir monark tarafından zorlanarak karşısında durmak için yazdı. İki İnceleme’si Carolina için oluşturmaya yardımcı olduğundan farklı türden bir anayasadır.
Locke’un mutlakiyetçilik ve köleliğe olan nefreti II. James’e karşı olan 1688’deki Şanlı Devrim’i meşrulaştırmada yardımcı oldu. Locke bu devrimin şart olduğunu çünkü İngiltere’deki her vaizin “kölelik savunuları” prensiplerini vaaz ettiğini iddia etti. II. James kralken aynı zamanda Royal African Company’nin de valisiydi. Başlarında olduğu İngiliz Kilisesi Bakanları Tanrı tarafından onlara liderlik etmesi için seçildiği gerekçesiyle II. James’e pasif bir itaat vaaz ediyordu. 1680’lerde Royal African Company İngiltere’nin Yeni Dünya’daki kolonilerine Afrika’dan 100.000 kadar insan getirdi. II. James bu insan taşıma ticaretine doğrudan dahildi.
Locke’un Birinci İncleme’si şöyle başlar: ”Kölelik insanlığın öylesine aşağılık ve sefil bir halidir ki bunu herhangi birinin ‘destekleyebileceğini anlamak zordur’. Kutsal ve kalıtsal güç prensibine metodik bir şekilde saldırmıştır. Neden en büyük oğlan ilk doğduğu için tüm gücü kardeşlerinden bile önce miras ediniyor? Locke ayrıca kralın güç iddialarıyla efendilerin köleleri üzerindeki meşru olmayan iddialarıyla karşılaştırmıştır: her ikisinin de kalıtsal ve haklı iddiaları yoktur. Kral bu yönetme hakkının kendisine Adem’den geçtiğini savunabilir ancak ne kendisi ne de kölelerin efendileri başkaları üzerinde böylesi şüpheli iddialarla bir güce sahip olamaz. Locke’un İkinci Deneme’si bir doğa durumunda ne türden bir devletin ortaya çıkacağı hakkında spekülasyon yapmıştır. Varsayımlarla başlamış (Altın Kuralı da içererek) ve prensipler kurmuştur: devlet rızaya dayalı olmalıdır ve temel olarak tebaalarını korumak gibi belirli amaçları olmalıdır. İnsanlar kendilerini korumayan devletlere itaat etmek zorunda değildir ve atalarının rızası torunlarını bağlamaz: her bir nesil kendisi için rıza vermelidir.
Locke köleliği yalnızca kişinin yaşamının alınabileceği korkunç suçlara – özellikle, haklı olmayan bir savaşı başlatmak için – bir ceza olarak desteklemiştir. Üstüne bunun asla kalıtsal olmaması gerektiğinde ısrarcı olmuştur. Köleliğe kalıtsal monarşiye olduğuyla aynı temellerde karşı çıktı. İnsanlar statülerini miras almazlar. Devlet kutsal ve kalıtsal ayrıcalığa değil yönetilenlerin rızasına dayalı olmalıdır. Emek de ayrıca rızaya dayanmalıdır. Herkesin sahip olduğu ve bir başkasına veremeyeceği ilk şey kendi kişiliğidir. Bu öyle bir mülkiyet, bir aidiyettir ki diğer türden sahipliklerin üzerindedir. “Kanıtlandığı üzere, insan mükemmel bir özgürlüğe ve doğa yasasının tüm hak ve ayrıcalıklarının sınırsız faydasına sahip bir şekilde diğer insanlarla eşit bir şekilde doğar … mülkiyetini, yaşamını, özgürlüğünü ve malını korumak için … doğası gereği güce sahiptir …” Öyleyse her insan kendi kişiliğine ve emeğine sahiptir ki bu hak başka insanlarla anlaşma yapabilme kabiliyetini içerir. Bu hak zora dayalı emek olan kölelikten oldukça farklıdır.
Şanlı Devrim’den sonra Kral William ve Kraliçe Mary öncesinde köleliği teşvik eden politikalardan kademeli olarak geri çekildiler. Shaftesbury’nin politik partisi Whigs Parlemanto’da kontrol kazandı. Onların baskısı altında, III. William Locke’u Ticaret Kurulu olarak adlandırdıkları yeni ve daha güçlü bir koloni yönetim konseyine atadı. Burada Locke birçok kolonyal politika için yargıda bulundu. Özellikle Virginia’daki gücün kötüye kullanımı konusunda endişeliydi. Diğer üyelerle beraber Virgina’nın yasalarını ve anayasasını soruşturdu. Sonrasında Virginia’daki yasa reformu için 40 sayfalık bir plan yazdı. Bu plan Oxford’daki Bodleian kütüphanesinde bulunmaktadır. Kütüphaneciler bunu Locke’un kağıtlarını aldıklarında masasının altındaki küçük bir deliğe yuvarlandığını fark ederek keşfetmişlerdir. Uzunca bir süre kendisinin ve sekreterinin el yazısı olmasına rağmen onun yazmadığı varsayılmıştır. Ben Locke’un yazdığını gösteriyorum. Virginia anayasası üzerine olan çalışması Locke’un kendi fikirlerini yansıtmaktadır.
Virginia anayasasında reform yapma planı öncesinde hiyerarşiyi ve köleliği teşvik eden politikaların tersine çevrilmesine öncelik etti. Özellikle, Virginia’nın II. Charles’ın alınan köle veya hizmetçi başına 50 dönüm toprak hibe ederek büyük mülk edinimini ve zorunlu emeği geliştiren politikasını takip etmemesi için uyarıda bulundu. Locke Virginia için yeni bir vali atanmasını ayarladı: Francis Nicholson. 1699’daki mahkeme kararıyla beraber Nicholson köle alımı için sağlanan toprak ödülünden kurtuldu. Bu kararın kopyasını İngiltere’ye yolladı. “Zencilerin İthali” için efendilerin bundan sonra büyük mülklerle ödüllendirilmeyeceğini belirten rapora Locke “Tebrikler” diyerek yanıt verdi.
Locke’un Virginia için planı tüm insanların kanun altında eşit olması gerektiğini belirtti. “Nasıl ki farklı inançlara sahip insanlar Vicdan Özgürlüğü’nden faydalanıyorsa farklı Milletlerden insanların da vatandaş olmasına ve burada yaşayan diğer İngiliz ahalisiyle aynı ayrıcalıklardan yararlanmalarına izin verin.” Ne var ki, Locke o dönemde İngiliz yasalarına göre hakların çoğu yalnızca tebaalara aitti ve kişinin tebaa olabilmesi için krala sadakat yemini etmesi gerektiğini – bunu yapmak içinse Hristiyan olması gerektiğini – anlıyordu. Locke ayrıca İngiliz köleliği yalnızca yabancılar için meşru kılan İngiliz Yüksek Mahkemesi kararlarına da aşinaydı. Dolayısıyla, “zencilerin” ve “Kızılderililerin” çocuklarının “vaftiz edilmesi, Hristiyan ilmihali öğretilmesi ve Hristiyan olarak yetiştirilmesi” gerektiğini vurguluyordu.
Locke onların vaftiz edilmesinde ısrarcı olarak kölelik için gösterilen nedeni ortadan kaldırıyordu. Tebaalar sakatlanmaya ve saldırıya karşı koruma, jüri tarafından yargılanma, tanıklık yapma, toprak sahibi olma ve zorunlu emekten kurtulma hakları talebinde bulunabilirler. Tıpkı bugün Yüksek Mahkeme kararlarının eyalet yasalarını etkilemesi gibi o zaman da Yüksek Mahkeme kararları Amerikan kolonilerini etkiledi. Bu yargıçlar kralın isteğine göre atanıp görevden alınıyordu. Dolayısıyla Kral II. James en ufak rahatsızlığında yargıçları görevden alıp yerine yenilerini atayabilirdi ki bunu yaptı da. Şanlı Devrim’den sonra Parlamento II. James’in tüm yargıçlarını yozlaşmışlıklarından ötürü kovup cezalandırdı. III. William tamamen yeni yargıçlar atadı. 1696’da öncesinde verilen Yüksek Mahkeme kararlarını tersine çevirip hiç kimsenin hiç kimseye sahip olamayacağı kararına vardılar. Bu yeni karar Locke’un köleliği ortadan kaldırmayı hedefleyen Virginia planıyla beraber işledi.
Elbette, kölelik Virginia’da 1699’da sona ermedi. Locke’un aksiyonları geniş çaplı politik dirençle karşılaştı. Whigs partisinin 1700’de düşüşüne neden olan bir politik krizden sonra yaşlı ve hasta olan Locke kuruldan istifa etti. III. William avcılık sırasında yaşadığı bir kazadan sonra 1702’de öldü. Mahkemesi emperyal zenginliğin kaynağı olarak köleliği idealize eden II. James’in kız kardeşi Kraliçe Anne III. James’in varisiydi ve tüm bu politikaları yeniden tersine çevirdi. En büyük başarısı, İspanyol imparatorluğuna gelecek 30 yıl boyunca tüm kölelerini tedarik etmek için hibe edinmesiydi. Bu sözleşme, asiento, İngiltere’yi 1750’ye kadar Yeni Dünya’nın köleleri için temel ithalatçı haline getirdi.
Ne köleliğin ne de kolonizasyonun Locke’un İki İnceleme’sinde kökeni yoktur. İnsanların mülkiyet üzerinde nasıl iddiada bulunabileceği hakkındaki görüşleri bir tür kolonizasyona meşruiyet sağlayabilir. Locke nesneleri işleyerek, toprağı ekerek, kişinin mal ve toprak sahipliği devşirebileceğini savunuyordu. Bununla beraber, Locke’un mülkiyet ideali Kral I. James tarafından önerilen Hristiyan prensleri tarafından keşfedilme hakkının egemenlik hakkı – sahiplik ve yönetim hakkı – vermesi idealine göre daha eşitlikçiydi. Locke’un ideali bireysel eyleme dayalıyken Stuart kralınınki ilahi statüye dayalıydı.
Tarihsel bağlama yönelik bu tür bir dikkat değerlidir. Adalet hakkındaki bu karmaşık tartışmalar erken modern dünyayı şekillendirdi ve bizimkileri şekillendirmeye devam ediyor. Eğer Locke ve Stuart kralları aynıymış ve politika mücadeleleri önemsizmiş gibi davranırsak kendi politikalarımızın etkisini yok saymış oluruz. Eğer Locke’un fikirlerini paradoksal olduğu nedeniyle reddedersek bu ateşlerde yalnızca köleliğin değil aynı zamanda insan hakları prensiplerinin de dövüldüğünü unutmuş oluruz. Yalnızca büyük sorular ateşli bir şekilde tartışılmakla kalmıyor aynı zamanda küçük politikalar da büyük etkilere sahip oluyor. II. Charles’ın köle alımı için toprak ödülünü tersini çevirmek eşitsizliğe, adaletsizliğe ve kralların başkaları üzerinde hakimiyet sahibi olduğu fikrine karşı büyük bir adımdı. Aynı şekilde, her insanın vatandaşlığa dahil edilmesi ve kanun altında eşit korumaya sahip olması önerisi de öyleydi.
Böylesi şiddetli tartışmaları düz bir ikiyüzlülük anlatısına sıkıştırma çabası yalnızca geçmişi değil de bugünü de yalancı çıkarıyor. Liberalizmi (ve Locke’u) köleliğin ve baskının teorisi olarak eleştirme ve liberalizm içinde köleliğin kökenlerini görme çabası Locke’un teorisinin insan hakları hakkında olan özünü yanlış yansıtıyor. Dramatik pratik yansımaları olan bu tür haklar hakkındaki yoğun politik tartışmaların sesini kısıyor. Kölelik, tüm insanların ilahi bir şekilde belirlenmiş bir statüye sahip olarak doğduğunu söyleyen ve ırkçılıkla tanımlanmayan ancak ırkçılıkla uyum içerisinde olan fikirler içeren teorilerle meşru kılınıyordu. Köleliğin kökenleri liberalizmde değil mutlakiyetçilikteydi.
Liberalizm köleliğe tepki içerisinde ortaya çıkmıştır. Kapsayıcılığı hedefledi ve istisnalara açık olmakla beraber hakları geniş çaplı vaatlerle tanımladı. Gerçekten de, bu vaatlerin genişliğinin kalıtsal hiyerarşileri tekrardan meşru kılabilmek için ırkçılığı (ve diğer türden önyargıları) gerekli kıldığı söylenilebilir. Ancak birçok kişi için geniş kapsamlı kapsayıcılık vaatleri için kapı araladı. Teorinin kendisi, anlamlı bir şekilde rıza verebilecek herkes için kanun altında kısmi eşitlik sağlamaya çalışıyordu. Bu bağlamla beraber buradaki tartışmaların günümüzde sürdürdüğümüz tartışmalarla olan benzerliği daha açık hale gelmektedir. Örneğin: haklar tüm insanların içinde mi vardır yoksa yalnızca vatandaşlar için midir? Soyut felsefi tartışmalar gerçek dünyanın ikilemlerinden ortaya çıkmıştır ancak milyonlarca insan yaşamını etkileyen politikaları şekillendirmeye de yardımcı olmuştur. Hala da yardımcı olmaya devam ederler.
Holly Brewer – “Slavery-entangled philosophy“, (Erişim Tarihi: 18.01.2023)
Çevirmen: Yiğit Aras Tarım