Toprağın Sözü – Mark Vernon

Dili zihin mi var eder? Romantik kuramın farklı bir cevabı var: Kelimeler kozmostan çıkıp onun ruhunu yansıtarak var olur.

//
1454 Okunma
Okunma süresi: 19 Dakika

Geçtiğimiz Mayıs ayındaki Hay Festivali’nde[i] bir sohbet sırasında İngiliz şair Simon Armitage dikkat çekici bir gözlemini paylaşmıştı. Dilin doğası ve hayatta kalma tecrübesini yaşamanın neden bu kadar iyi olduğu üzerinde tartışırken “bana göre konuştuğumuz dilin büyük bir kısmı ve en iyi şiir dili doğrudan topraktan çıkar” demişti. Dilin kökenlerini anlama konusunda Armitage kendisini Romantik geleneğe koyuyor. Bu geleneğe göre kelimeler ve dilbilgisi insan beyninin ya da zihninin keyfî bir icadı olmaktan ziyade doğanın ve kozmosun insanlara ilettiği önerisiyle ortaya çıkar. Dil, evreni tanımlayan şeylerden oluştuğu için, onu anlamanın mükemmel bir aracıdır.

1930 ve 1940’lı yılların ünlü edebiyat topluluğu Oxford Inklings üyesi İngiliz felsefeci ve filolog Owen Barfield, Armitage’ı Romantik geleneğin doğru olduğu konusunda ikna etmişti. Barfield’a göre kelimelerin ruhu vardır.  Kelimeler dünyanın içine ayna tutan bir canlılık taşır, bu bağlantı onların güç kaynağıdır. Bütün dillerde bu üstü kapalı olarak vardır. Şairler bilinçli olarak bu ruhu aradıklarından dolayı şüphesiz bu konuda daha uyanıktır.

Kelimelerin ruha sahip olduğu fikri, dilin kökenleri hakkındaki kuramlarda radikal çıkarımlara sahip bir kavrayıştır. Bunun başlıca nedeni modern bilimdeki hâkim hipotezlerin bu kavrayıştan epey farklı olarak kelimeleri bilişsel kıvraklığı kolaylaştıran nesneler ve sembollere etiket görevi gören ruhsuz işaretler olarak görmesidir. İngiliz evrimsel psikolog Robin Dunbar dille ilgili iki ana yaklaşımı şu şekilde özetler: “Tarih boyunca dilin insanların fiziksel dünya hakkında olgusal bilgi alışverişinde bulunabilmeleri için evrimleştiği konusunda herkes hemfikir ancak bir alternatif görüş dilin, en azından modern insanlarda, sosyal bağı kolaylaştırmak için evrimleştiğini öne sürüyor.” Kısacası, bildiğimiz haliyle dil, Homo Sapiens için yapabileceklerinden ve onlara faydalı olduğundan dolayı ortaya çıktı. Atalarımızın daha başarılı avlanmalarını veya daha kapsamlı işbirliği yapmalarını sağlayarak hayatta kalma şanslarını arttırdı. Dil, şeylerin/nesnelerin açıklanabileceği, planların ve geçmiş tecrübelerin etkin bir şekilde paylaşılabileceği anlamını taşıyordu.

Gelin görün ki bu faydaların kelimelerin ruhsallığıyla hiçbir ilgisi yoktur. Kelimeler fenomenlere kişiliği ya da eylemliliği atfettiğinde, örneğin rüzgârı “durgun” ya da dağları “yüce” şeklinde tanımlayarak dünyanın içsel yaşamını yansıtmak yerine onu üretiyor olur. Bu tarz mecazlar hayata renk katmakla birlikte esasen hayali ve yaratıcıdır hatta çoğu kez örneğin rüzgârın bir ruh veya dağın bir tanrı olması gibi gerçeklikle ilgili hatalı çıkarımlara yol açar. İsrailli tarihçi Yuval Noah Harari bu görüşün önde gelen savunucularından biridir: Sapiens: İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi (Sapiens: A Brief History of Humankind) (2011) isimli çok satan kitabında “Dilimizin en özgün özelliği… hiç var olmayan şeylerle ilgili bilgi iletebilme yeteneğidir” der. “Kurmacalar üzerine sahip olduğumuz bu konuşma yeteneği sapiens dilinin en eşsiz özelliğidir.” Bu görüşe göre dil topraktan çıkmaz. İnsan beyninden (genellikle yanlış bir biçimde yönlendirilerek) ortaya çıkar.

Harari’nin söz konusu kitabı dilimize Türkçeye de çevrilmiş olup epey rağbet görmüştür.

Dunbar ve Harari dilin kökeninin “homurdanma kuramı” denilen kuramı savunurlar. Geçici hipotezleri şuna benzer: İlk insanlar ya da belki de evrimsel kuzenlerimiz muzları veya aslanları işaret etmeye ve homurdanmaya başladı. Bazı laboratuvar şempanzelerinin “ayakkabı” veya “yemek yemek” işaretlerini tanıması için uzun yıllar boyunca kademeli olarak eğitilebildiği sürece benzer bir zaman içinde, bu homurdanmalar da işaret haline geldi. Hipotezin devamına göre, bilişsel bir devrim ya da Amerikalı antropolog Jared Diamond’ın Tüfek, Mikrop ve Çelik (1997) (Guns, Germs and Steel) isimli eserinde belirttiği üzere “ileri doğru büyük bir sıçrama” oldu. Aniden beyin yeniden şekillendi. Birkaç işaretin uygulanışından konuşma ve dilbilgisinin kurnaz ustalığına bir geçiş sağladı. Dili, çözümleyici, hayatta kalmaya yardımcı ve pratik birçok avantajıyla birlikte ortaya çıkabilecek hale getirdi. Evrimsel açıklamaların bir başka kahramanı Kanadalı-Amerikalı bilişsel bilim insanı Steven Pinker, Dil İçgüdüsü (The Language Instinct) (1994) kitabında bu geçişin zihne bir İsviçre çakısı vermeye benzediğini söyler.  

“Tüfek, Mikrop ve Çelik” uluslararası bestseller arasına girmiş ve uzun süre yurt dışındaki ana akım medyada üzerine tartışmalar yapılmıştır.

Dilbilgisinin ardından bazen “mecaz safhası” olarak da adlandırılan bir dönemde mecazlar ortaya çıktı. Gelişmekte olan insan beyni artık fiziksel nesneler için icat ettiği kelimelerden hayali sıçramalar yapmaya başladı. Zihindeki daha soyut hisleri adlandırmak ve bu şekilde maddi olmayan, ruhsal gerçeklikler üretmek için bu sıçramalara girişti. Sanki bir grup tarih öncesi şair çalışıp dünyaya yayılan dâhiyane memler yarattı.

Bu safhadaki hayalperestlik, ilk insanların genelde aşırı batıl inançlara sahip olduğunu ve bu nedenle gerçekliğin doğası hakkında her türlü hatayı yaptığını varsayan homurdanma kuramının önemli bir parçasıdır. İlk insanlar rüzgârların ruh ya da dağların tanrılar olduğunu düşündüler. Bu gündüz düşleri ve yanılgılar aracılığıyla birbirlerine bağlanarak çoğu zaman hayatta kalmalarına yardımcı olmuş olabilirler. (Yırtıcı bir hayvandan dolayı çalılıkların hareket ettiğine inanarak kaçmamak ve dolayısıyla tehlike altında olmaktansa bir iblisin varlığından dolayı çalılıkların titrediğine inanarak kaçmak daha iyidir.) Böyle bir varsayım eski dillerde yaygın olarak bulunan bir anlam paylaşımını, örneğin Antik Yunancadaki pneuma’nın “ruh” aynı zamanda “rüzgâr” ve bazen de “nefes” anlamına geldiğini de açıklar.

Homurdanma kuramına göre son olarak, insanların yalnızca içsel dünyalarını ifade etmesi için kelimelere yeniden başvurulduğu zaman edebiyat ortaya çıktı. Bu, bilinçsiz bir kozmostan bir şekilde ortaya çıkan istisnai bir fenomen olan bilinç hakkında bildiğimiz en sarsıcı andır.

Dilin bu evriminin izlediği yoldaki ayrıntıların birçoğuna itiraz edildiğini belirtmek lazım; bu alanda çalışanların bazıları gerçekten de dilin kökeninin hayatın kökeni kadar gizemli kaldığını usulca kabul eder. Fakat yine de kelimelerin ve dilin en azından buna benzer bir evrimsel yol içinde ortaya çıktığına dair yaygın bir varsayım vardır. Her açıdan, homurdanma hipotezi veya buna benzer bir anlayış hâkimdir.

Dilin romantik kuramı buna alternatif bir yol önerir. Bu kuramın (şüphesiz azınlıkta kalan) savunucuları homurdanma hipotezinin kuramsal açıdan bir anlam ifade etmediğini ve birçok kanıtın bu hipotezin gücünü sarstığını savunur. Çok açık bir mantıksal itiraza göre, eğer dil köken olarak kurmacalar hakkında konuşmanın bir aracıysa bilim de dâhil olmak üzere şu anda konuştuğumuz şeylerin ayrıntılarla donatılmış yalanlar olmadığını kim söyleyebilir? Bu durumda bilim doğru olduğu için değil, teknolojik bir topluma sosyal bağ kurmayı ve hayatta kalmaya yardımcı olan yan ürünleri kolaylaştıran ortak bir söylem sağladığı için işe yarayacaktır. Uzun lafın kısası, dil bizi yanıltıyorsa bilim de yanılgılarla dolup taşacaktır. Bir başka deyişle, homurtu kuramı üstünde oturduğu dalı kesiyor olacaktır.

Barfield, bir filolog olarak çalışmasında şu ana kadar bildiğimiz haliyle kelimelerin hiçbir zaman tek başına fiziksel şeyleri işaret etmediğini veya keyfi semboller olarak davranmadığını keşfetti. “Mecaz safhası” da yoktu çünkü kelimeler hiçbir zaman sadece homurdanmaların ürünü olan işaretler değildi. Kelimeler her daim hem fiziksel hem de içsel anlamlara ve ilkel bir şiirsel sorumluluğa sahipmiş gibi görünür. Barfield, Anlamın Yeniden Keşfi (The Rediscovery of Meaning) (1977) isimli kitabında “ilk insanlar doğayı bizim gözlemlediğimiz gibi gözlemlemedi” diye yazmıştı. “Doğanın içerideki ve dışarıdaki süreçlerine zihinsel ve fiziksel olarak katıldılar.” Bu gözlemi yapan yalnızca Barfield değildi. Amerikalı deneyüstücü (transcendentalist) Ralph Waldo Emerson ve İngiliz faydacı (utilitarian) Jeremy Bentham gibi farklı düşünürler de buna benzer notlar almıştı. Bentham ölümünden sonra yayınlanan Dil Üzerine Deneme (Essay on Language) (1843) adlı eserinde bunu şu şekilde özetler:

Dil alanının tamamında maddi dil olarak adlandırılabilecek çizgiye paralel olarak… manevi dil olarak adlandırılabilecek bir çizgi vardır… Manevi bir anlamı olan her kelimenin ait olduğu, ya da en azından bir zamanlar ait olduğu, maddi bir kelime vardır.

Pneuma başlangıçta manevi ve maddi anlamı olan eski bir kelimeye örnektir. Bir başka kelime daha düşünelim: Latincede cardium, Yunancanın öncüllerinde ve kendisinde kardia anlamına gelen, çok eskilere dayanan “kalp” kelimesine bakalım. Günümüzde bu kelimenin iki ayrı anlamı vardır. Kalp, göğüs boşluğunun biraz sol tarafında yer alan ve bir pompaya benzeyen bir fiziksel organı ifade eder. Fakat aynı zamanda “iyi kalpli”, “katı kalpli”, “yumuşak kalpli” ve “taş kalpli” ifadelerinde olduğu gibi bir hissi de ifade eder.

Homurdanma kuramı ikincil, içsel anlamın sembolik ya da mecazi olduğunu varsayar, bu da kelimenin fiziksel, yalın anlamına sonradan eklenen bir anlam demektir. Ancak kanıtlar bunun tersini işaret ediyor. Hissedilen anlam, kelimenin kendisi kadar eskidir çünkü eski kullanımda kalp bir pompa olarak değil, duyguların merkezi olarak kabul ediliyordu. 17. yüzyılın başlarından sonra İngiliz doktor William Harvey’in kan dolaşımını keşfetmesine kadar (bu arada, kendisi de kalbi tinsel bir organ olarak görmeye devam etti) kalbin bir pompa olduğu düşünülmedi dolayısıyla günümüzdeki mekanik anlam sonradan geldi.

Mecazlar yalnızca kişilerin beynindeki hayallerden ibaret olsaydı nasıl olur da herkes tarafından kavranabilirdi?

Bu nedenle pek çok kanıt, dilin evriminin homurdanma hipotezine ters yönde hareket ettiğini gösterir. İçsel anlamlar başından beri vardı. Aslında bu bir açıdan mantıklıdır çünkü dilin yalın-işaretlerden-hayali-mecazlar tarihini kabul ederseniz Homer’da daha az ve örneğin, Virginia Woolf ya da Harold Pinter’da daha çok mecaz bulmayı bekleyebilirsiniz – ama bulamazsınız.

Şimdi, bu karşı kanıta da itiraz edilebilir. Sonuçta kelimelerin evrimini doğrudan izlemek için birkaç bin yıldan daha geriye gitmek zordur. Ancak homurdanma hipotezini reddetmenin bir başka nedeni bizi daha geriye götürebilir. Bu neden, mecazın doğasını değerlendirerek ve sadece size önerilen bir benzetmenin veya mecazın olmasının hiçbir anlamı olmadığı bariz gözleminden ortaya çıkar. Sevgilimi diyelim ki bir patlıcana benzetecek olsaydım saçmaladığımı söyleyebilirdiniz ancak sevgilimi bir yaz gününe benzetseydim böyle düşünmezdiniz. Başka deyişle, eğer mecazlar aslen yalnızca kişilerin beynindeki hayallerden ibaret olsaydı ve bu yüzden karmaşık ve kendine özgü olsaydı, nasıl olur da herkes tarafından kavranabilirdi? Yalnızca kişilerin beyinlerinin ürünleri olsaydı o zaman bugün hepimiz kendimize özel dillerle konuşuyor olurduk.

Bu yüzden mecazların işe yarıyor olması lazım çünkü mecazlar, kelimelerin ve dünyanın içkin şiirini salıveren anlamları yenilikçi bir şekilde birleştirerek içsel yaşamı bilinçli farkındalığa yükseltir. Shakespeare Hamlet’te sabahı “doğudaki o yüksek tepenin üstünde gezinen” bir “kızıl manto” olarak yazar. Shakespeare’in yaptığı bu mecaz, sabahın ve kızıl bir mantonun ne olduğunu bildiğiniz ve bu ikisini zihninizde anlamlı bir şekilde bir araya getirdiğiniz takdirde işe yarar. Bu birleştirme, yarı bilinen ancak daha önceden tam düşünülmemiş olanı çağrıştırır. “Doğru ya!” demeden önce “kızıl manto ve sabah mı?” diye şaşırırız. Burada Shakespeare sabahın yeni bir anlamını yaratmaz. Daha önce gölgelerin ardında kalmış, gizlenmiş sabahın içinden bir şeyler ortaya çıkarır.

Tekrardan “rüzgâr” ve “ruhun” birleşimini ve uzak atalarımızın önce rüzgârı hissetmiş olması gerektiği ve daha sonra yaratıcı uzamla aynı kelimeyi ruhlara atıfta bulunmak için kullandığı varsayımını düşünün. Bu, ilk insanlar bu kadar batıl inançlıysa, neden “ruh” için bir kelimeleri olmadığı sorusunu akla getirir. Daha net olmak gerekirse, homurdanma kuramının yalın anlamıyla aslen “fiziksel esinti” anlamına geldiği konusunda ısrar ettiği “rüzgâr” kelimesinin “manevi ruhlar” için küresel olarak kullanılan bir mecaz haline nasıl dönüştüğü sorusunu doğurur. “Rüzgâr” kavramı ile “ruh” kavramı arasında kendiliğinden oluşan bir ilişki olmadığına bu yüzden de bir bağlantı olduğuna inanmak mümkün değildir. O zaman ikisi de birlikte doğmuş olmalı.

Bu doğruysa o zaman dilin kökenlerinin homurdanmadan ve nesnelere işaret eden göndergelerden kaynaklanmadığı anlamı çıkar. Bunun yerine, ilk kelimeler her zaman atalarımızın doğada algıladıkları ve ilk konuşmaya başladıklarında bilinçli olarak yarattığı içsel ve dışsal anlamlarla yüklenmiştir. Tarih öncesine ait bir paylaşımın simgeleridir. Anlamın kutupları ancak, çok daha yeni atalarımızın modern, bilimsel bir bilincin zirvesindeyken dünyayı doğal bir şekilde tecrübe etmeyi bırakmasıyla ve modern düalizmi uygulamaya başlamasıyla ayrıldı.

Dilin evrimine alternatif bir kuram gereklidir.  İngiliz paleobiyolog Simon Conway Morris’in Evrimin Rünleri (The Runes of Evolution) (2015) isimli kitabında yazdığı gibi, dilin kökenlerine ilişkin hâkim açıklamalar, esasen faydacı ve maddeci olmaları nedeniyle yetersizdir. Dilin bize anlattıklarını varsaymak daha iyi olur. Şiiriyle gerçekliğin daha derin yapılarını algılamamızı sağladığından dilin içkin anlamı vardır. Kelimeler doğal dünyanın canlılığını açığa çıkarır. Günümüzde, bunu hissetmeye çalışsak ve inanmamaya daha yatkın olsak dahi doğanın bir ruhu vardır, bu yüzden kelimelerin de ruhu vardır. Bu kaybın tanınması, İngiliz yazar Robert Macfarlane’i kelimeleri kurtarmak için bir çalışma yapmaya sevk etmiştir. Görülecek Yerler (Landmarks) (2015) isimli kitabında bunu şu şekilde açıklar:

Bu yazın yeteneğiyle birlikte kaybolan her ne ise değerli bir şeydir: Bir tür kelime büyüsü, bazı ifadelerin doğa ve mekânlarla olan ilişkilerimizi büyülemesi için sahip olduğu güç, okuryazarlıkla birlikte kaybedilen şeydir.

Daha dar Darwinci açıklamalar dilin gelişimini gerçekten neyin tetiklediğini göremediğinden  dilin evrimine ilişkin yetersiz tanımlar sunar; bu gelişme, kelimelerin ve dilbilgisinin tanımlanan şeylere ve paylaşılan tecrübelere dâhil olarak ortaya çıkma biçimidir. İndirgeyen geleneklere hapsolmayan düşünürler buna alternatif olasılıklar öne sürer. Bu konuda da ayrıntılar tam olarak belli değil ve tartışmaya açıktır. Ancak genel olarak Amerikalı sosyolog Robert Bellah’ın İnsan Evriminde Din (Religion in Human Evolution) (2011) kitabında çevrimdışı kuram olarak adlandırdığı kurama benzetilebilir.

Uzak atalarımız zamanlarının çoğunu “çevrimiçi” geçirmek zorundaydı. Yiyecek aramaları, savaşmaları, kaçmaları ve üremeleri gerekiyordu. Ama bir yandan da epey “çevrimdışı” zamanları vardı. Diğer birçok hayvan gibi onlar da oyun oynardı. Ya da ritüeller düzenleyip müzik yapardı, tüm kanıtlar bunları üretken bir şekilde yaptıklarını gösteriyor. Kemikten yapılmış borular on binlerce yıl öncesine dayanıyor. Boncuklar ve taşlarsa çok daha eski. Tipik olarak 24 saatlik sürenin yaklaşık üçte birini kaplayan bir faaliyet olan uyku da bunlar arasında.

Pek fazla uyumsal avantaj sağlamıyor gibi göründüğünden dolayı çevrimdışı faaliyetlerin geleneksel Darwinci anlayış çerçevelerine kolayca uymaması ilginçtir. Oyunlar, ritüeller, müzik ve uykunun çok az faydası varmış ve hatta bu faaliyetlerle ilgilenen canlıların hayatta kalma ihtimali daha azmış gibi görünüyor. Bu faaliyetlerin uyumsal verimsizliğinden dolayı evrimsel psikologlar ortaya çıkış nedenlerini “iyi anlaşılamamış” olarak tanımlama eğilimindedir. Alternatif olarak, bu faaliyetlerin tek başına herhangi bir işlevi olmadığı (Pinker müziği “işitsel cheesecake” olarak adlandırır) bundan ziyade hayatta kalmaya yardımcı olan diğer faaliyetleri uyarma işlevinde olduğu söylenebilir.

Dil, insanların hayatta kalması için değil, hayatın akışına dâhil olmaları için ortaya çıktı.

Romantik ekol bu açıklamaları baştan savma görür ve reddeder. Bu ekolün kahramanları, dili de çevrimdışı faaliyet olarak görür. Dil, yırtıcı bir hayvan görünce çığlık atma veya yiyecek bulunca zevk içinde uluma gibi çevrimiçi faaliyetlerden farklıdır. Bellah’ın da belirttiği gibi, çoğu konuşma gerçekte var olan nesnelere atıfta bulunmadığından ötürü dilin önceliği maddi dünyanın içine karışmak değildir. Çoğunlukla pratikte çok az kullanıldığından dolayı zihnin işine yarayan bir İsviçre çakısı da değildir. Çevrimdışı faaliyet olarak dil, uyumsal veya uyumsuz değildir, uyumsal gelişmelerin bir yan ürünü de değildir; sanki beynin şans eseri yeniden şekillenmesinin ardından açıklaması olmaksızın ileri doğru büyük bir sıçrayışla var olmuş gibidir. Dil, insanların hayatta kalması için değil, çevrelerinde döndüğünü hissettikleri hayatın akışına dâhil olmaları için ortaya çıkan olgulardan biridir. Sonuçta insanlar yalnız ekmekle yaşayamaz.

Bu doğruysa, dilin evriminin izlediği yol çok farklıdır. Başlangıçta homurdanmalar ve işaretler değil, balık ve sürüngenlerin kendilerini gösterme taktiklerinden kuşların ve balinaların şarkılarına kadar diğer sosyal hayvanlarda da benzer şekilde bulunan müzik ve ritüeller var olmuş olabilir. Ayrıca bu canlılar müziği ve ritüelleri sadece çevrimiçi olarak değil, aynı zamanda, belki de bir eş bulmak için, estetik duyarlılık da gerektiren cinsel seçilim için çevrimdışı olarak da sergilemiş olabilir. Charles Darwin’in bunu bizzat gözlemlemiş ve kuram oluşturmuş olması muhtemel. Darwin dişi Argus sülünlerinin davranışlarıyla ilgilenmeye başlamıştı. Buna göre dişi Argus sülünleri, erkeklerini kendilerini göstermeleriyle seçiyor gibi gözüküyordu. Darwin, erkek sülünlerin basbayağı dişileri etkilemeye çalıştığını gözlemledi, bu yüzden saf bir seçilimden çok daha fazlasının olduğu sonucuna vardı. Kuşlar dans ederken estetik bir zevk alıyordu. Darwin, İnsanın Türeyişi (The Descent of Man) (1871) kitabında: “Dişi bir kuşun güzel renk tonlarını ve seçkin desenleri beğenebilmesi çoğuna göre akıl almaz bir düşüncedir. Dişinin neredeyse insani bir zevke sahip olması şüphesiz hayret edici bir gerçektir.” diye yazar. Fakat Darwin bu durumu inanılmaz bulmadı. Dikkatli gözlem bunu zaten açıkça ortaya koyuyordu.

Charles Darwin (1809-1882

Müzik ve ritüeller, bu topraklardan kelimeleri ve dili filizlendirmiş olabilir. Bir varsayıma göre bu, erken insansıların zekâsıyla gerçekleşti, belki de sadece Homo sapiens’lerin, her şeyi dolduran rüzgâr-ruh ilişkisini keşfetme çabasıyla müziğin ve ritüellerin hikâyelere ve mitlere dönüşmesine izin verdi. Böyle bir dil, öncelikli olarak hayatta kalma ihtiyacından değil, doğal dünyadaki hayatta paylaşım yapma dürtüsünden kaynaklanıyordu. İlk insanlar, örneğin ritüellerde bizim için anlık olarak yeniden yakalanabilen bu tecrübeyi iliklerinde hissetmiş olmalılar. Bir mum yakmanın veya kutsal bir ağaca bir kumaş parçasını –bir bezi ya da kurdeleyi– bağlamanın verdiği gücü düşünün. Ya da şiirdeki: “İşte bakın, sabah, kızıl mantosunu giyinmiş, Doğudaki o yüksek tepenin çiyleri üstünde geziniyor” dizelerini duymanın verdiği hissi düşünün. Böyle zamanlarda, böyle anlarda içsel yaşamlarımız bir an için dünyanın içiyle yeniden birleşir.

Hikâyeler ve mitlerden sonra düşünce geldi. Nihayet, başlangıçta doğanın içsel yaşamına dâhil olarak oluşan kelimelerin az çok ondan ayrık anlamlar kazanmasıyla yalınlık son aşamada ortaya çıktı. İnsanların önce içsel tecrübelerini ifade etmek için, en sonunda da yalnızca içsel tecrübeleri için kelimelere başvuruldu. “Rüzgâr” “ruh” anlamına gelmekten çıktı; “kalp” organik bir pompa haline geldi.

Dil gelişiminin homurdanmalardan işaretlere, dilbilgisine, mecazlara sonra da edebiyata doğru olmadığını söyleyebilirsiniz. Müzikten mite, düşünceye, yalınlığa ve ruhsal izolasyona giden bir gelişim bu. Şimdi bilimi ilkel işaretlerin ilkel şiirden; anlamsız işaretlerin canlı sembollerden; pratik ihtiyaçların ilişki farkındalığından önce geldiğini varsaymaya yönelten bu dönüş son basamak olacak. Dil hakikaten de hayata karışmayla birlikte doğdu. Barfield’a göre:

İlk mecazlar yapay değil doğaldı.

Eğer ki bu radikal bir kuramsa, şüphesiz bu kuramın radikal sonuçları da var. İnsanlığın içsel yaşamını tanımlayan kelimelerin, ancak kozmosun bir ruha sahip olduğu durumda gelişmiş olabileceği öne sürülüyor. İlk insanlar yaratıcı izleyiciler değildi: Bu daha büyük bilince dâhil olan zeki katılımcılardı. İnsanların diğer canlılardan tek farkı, etraflarında nabız attığını hissettikleri anlamı bilinçli bir şekilde iletme kapasitesinde yatıyordu. Barfield,  Tarih, Suçluluk ve Alışkanlık (History, Guilt and Habit) (1979) kitabında, kelimelerin evriminin “bize her zaman, düşünme ve algılama arasında bugünkü durumumuzdan çok daha yakın bir iç içe geçmenin olduğu bir kültürel dönemi işaret ettiği” sonucuna varmıştır. Bir başka deyişle, Romantik bilimin kökenindeki bir kilit isim Alexander von Humboldt’un da fark ettiği gibi:

“Doğa insanla her yerde onun ruhuna tanıdık bir sesle konuşur.”

Buna ilaveten, bilimi yapabilmemiz sadece doğanın içine maddi ve yaratıcı olarak gömülü olduğumuz için mümkün. Bir bilim insanının doğanın dışında durarak onu anlayabilmesi fikri hiçbir anlam ifade etmez. Humboldt, “Ben doğayla özdeşim” der. Tam da bu yüzden dil ortaya çıkmıştır. Yani dil, gerçekten de topraktan gelmektedir. Bu yüzden işleyen bir gücü vardır.


[i] Çev. notu: 1988’den beri Galler’de Hay-on-Wye kasabasında düzenlenen kitap festivali.

Bağlantılı Diğer Yazılar

Kelimelerin İfade Yolu – Alexander Stern
Kelimelerin Ne Anlama Geldiğine Kim Karar Veriyor? – Lane Greene
Wittgensteincı Dil Oyunlarını Oynamak Bizi Nasıl Özgürleştirebilir? – Sandy Grant
“Dil Felsefesi III: İkinci Wittgenstein’da Gramer Paradigması” Hakkında Bir İnceleme Yazısı – Bilal Bekalp
Dil Antropolojisi “Dillerin Kökenine Dair Yaklaşımlar” – Taner Beyter
Wittgenstein’ın Geç Dönemi: Dil ve Felsefi Sorular Üzerine – Ege Özmeral
Dil ve Düşünce İlişkisine Dair Kısa Bir İnceleme – Mehmet Mirioğlu
Hafıza Araştırması Yeni Bir Dil Öğrenmenize Nasıl Yardımcı Olabilir? – Angela Grant
Wittgenstein’ın Unutulan Dersi – Ray Monk

Mark Vernon- “The say of the land” , (Erişim Tarihi:14.08.2020), Erişim Kaynağı: https://aeon.co/amp/essays/words-have-soul-on-the-romantic-theory-of-language-origin

Çevirmen: Zeynep Hayal Erdoğan

Çeviri Editörü: Berk Celayir

Bilkent Üniversitesi İngilizce - Fransızca Mütercim Tercümanlık mezunu. Olabildiğince çok sayıda dil öğrenmeye çalışıyor ve yayınevleri için çevirmenlik yapıyor. Bunun dışında sinema, siyaset, felsefe ve resim ile ilgileniyor.

1 Yorum

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Kör Nokta – Adam Frank & Marcelo Gleiser

Sonraki Gönderi

Dini İnançlar İçin Epistemik Eşitliğin İmkânı: Parite Argümanı – Musa Yanık

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü