Ulusal IQ Araştırmaları Neden Bu Kadar Tepki Çekiyor?: Talha Gülmez’e Yanıt – Faruk Yalçın

/
1404 Okunma
Okunma süresi: 12 Dakika

Bu yazı, Talha Gülmez’in Drama Üretim Fabrikası Olarak Ulusal IQ Araştırmaları” isimli yazısına bir yanıt olarak yazılmıştır.

Yaşananların Bir Özeti:

Bundan bir hafta kadar önce, Cory Clark, Bo Winegard ve Azim Shariff, akademik psikolojinin en prestijli dergilerinden biri olan Psychological Science dergisinde, “Dindarlığın Azalması, Şiddet İçerikli Suçların Artışını Tahmin Ediyor fakat Ortalama Zekânın (IQ) Yüksek Olduğu Ülkelerde Tahmin Etmiyor” isimli bir makale yayınladı. Makale yayınlanır yayınlanmaz pek çok araştırmacıdan bol miktarda tepki aldı. Clark ve arkadaşları da bu tepkilerin ardından makalenin belkemiğini oluşturan suç ve IQ verilerinin güvenilemez olduğunu fark ettiklerini ve dolayısıyla makaleyi yayından kaldıracaklarını açıkladılar.

Will Gervais ve Rebecca Sear gibi araştırmacılar, makalenin büyük metodolojik kusurları olduğunu ortaya koydular. Görünen oydu ki Clark ve arkadaşları Lynn’in Ulusal IQ Veritabanı’ndan yararlanmışlardı. Bu veritabanına göre Afrika’daki bazı ülkelerde ortalama IQ 55-60 puan bandındaydı –ABD’de birinin IQ’su 70’ten düşük ise o kişi, eski tabirle, “zekâ özürlü” sayılıyor. Yani, eğer zekânın toplumda normal bir dağılımı olduğunu varsayarsak, bu veritabanı bize bazı ülkelerin toplumlarının en az yarısının zekâ özürlü insanlardan oluştuğunu söylüyordu. Dahası, bu inanılmaz verilerin ciddi bir kısmı da ayağı yere basmayan verilerden ekstrapolasyonla türetilmişti. Örneğin Etiyopya’nın “ulusal IQ’su”, Etiyopya’dan İsrail’e göçmüş insanlarla yapılan testlerden çıkarılmıştı ve veri toplanamayan ülkelerin ulusal IQ’su, o ülkelerin etrafındaki ülkelerin ulusal IQ’sunun ortalaması alınarak belirlenmişti. Bu çok kusurlu verilerden yola çıkılarak pek de sağlıklı bir çıkarımın yapılamayacağını söylemek oldukça mümkün.

Talha Gülmez’in eleştirisi, bu metodolojik eleştirilere yönelik değil. Kendisi, bazı araştırmacıların ulusal IQ çalışmalarını kullanılan metodolojiden bağımsız olarak, ideolojik bir zeminde eleştirdiğini söylüyor ve bundan duyduğu rahatsızlığını dile getiriyor. Gerçekten de bazı araştırmacılar, araştırmada kullanılan metodolojiye ilişkin pek de bir şey söylemeden doğrudan bu araştırmanın ırkçı bir niteliği olduğunu iddia etmiş ve bu yüzden araştırmanın yayından kaldırılması gerektiğini ileri sürmüştü. Gülmez de bu eleştiriler üzerine “zekâ araştırmalarına karşı özel bir (düşmanca) tutum olduğunu”, “sosyal olarak daha kabul edilebilir” araştırmaların, “kabul edilemeyen” araştırmalara göre daha titiz bir şekilde incelendiğini söylüyor ve “kabul edilebilir” araştırmaların ciddi bir kısmının da bu titizlikteki bir incelemeden alnının akıyla çıkamayacağını ima ediyor.

Gülmez, bununla birlikte,  ulusal IQ çalışma alanının, bu alanın ırkçılıkla ilişkisi olabileceği gerekçesiyle kasten bakir bırakıldığını –örneğin araştırmalara fon ayrılmadığını, dergilerin yapılan araştırmaları yayınlamadığını- söylüyor. Ardından böyle araştırmalardan çıkabilecek sonuçların ırkçı siyaseti besleyebilme ihtimalinin bilimsel anlamda bir öneminin olmadığını, zaten araştırmaların doğasının böyle bir çıkarım yapılmasına müsaade edecek bir yapısının olmadığını ve araştırmaların asıl amacının “doğru bilgilere erişmeye çalışmak” olduğunu ileri sürüyor.

Yanlışlar Nerede?

Gülmez’e bir konuda can-ı gönülden katılıyorum. Bence de bilim insanları araştırma yapmadan önce durup “acaba hakikaten şöyle bir sonuç bulursam, bu bulgum muhtemelen X siyasi görüşteki insanların ellerine bir koz verir, ben de bu insanları sevmiyorum, dolayısıyla yapmayayım bu araştırmayı ve yapanları da uyarayım” dememeliler. Çünkü bu yaklaşım; hem akademinin içinde tamamen siyasi tabanlı fakat araştırmaların sonuçlarını ciddi ölçüde şekillendirebilecek bir ayrışma yaratabilir, hem de “bilimsel araştırmaların asıl amacı” olarak kabul edilen “doğru bilgiye ulaşma” motivasyonuna karşıt bir motivasyonu temsil ediyor. Dolayısıyla ben de bu yaklaşıma muhalefet edenlerle aynı cephedeyim.

Öte yandan, Gülmez’e katılmadığım nokta ise şu: Ulusal IQ çalışmalarının kavramsal ve metodolojik sorunları var, bu sorunlar iç içe geçmiş durumda ve dolayısıyla bu doğrultudaki araştırmaların pek de bir değeri yok. Dolayısıyla bu alan üzerinde birilerinin diğer konularda olduğundan daha titiz davranmasının “insanların anlayışına” kaybettirdiği ve kaybettireceği bir şey yok.

Baştan belirteyim, bu yazının çok da uzamasını istemediğimden her ayrıntıya girmeyeceğim, dolayısıyla yazıyı okuyanlar, kapalı kalan noktalara ilişkin sormak istedikleri soruları Google Scholar’a ya da bana sorabilirler.

Ulusal IQ kavramının kendisini inceleyerek nelerin sorunlu olduğunu işaret etmeye başlayabiliriz. Ulusal IQ, adından da anlaşılabileceği üzere, bir ülkedeki insanların IQ değerlerini, dolayısıyla problem çözme yetilerini/bilişsel beceri düzeylerini –en azından bir noktaya kadar- yansıttığı düşünülen skora verilen ad. Bu skorun hesaplanma şekli gayet basit; bir ülkedeki insanların bazıları, o ülkenin geri kalanını temsil edebilecek bir örneklem olarak kabul ediliyor ve o insanlar üzerinde bir IQ testi yapılıyor. Bu insanların IQ puanının ortalaması da, o insanların ait olduğu ulusun IQ değeri olarak kayda geçiyor.

Bu kavramın belki de en ünlü savunucuları olan Richard Lynn ve Tatu Vanhanen, 2002 yılında IQ and the Wealth of Nations (IQ ve Ulusların Zenginliği) isimli bir kitap yayınladılar. Onlar, bu kitapta, tam da yukarıda çeşitli yerlerde bahsedildiği şekilde hesapladıkları ulusların IQ değerleriyle onların ekonomik gelişmişlik ve gelişme potansiyeli arasında bir sebep sonuç ilişkisi olduğunu iddia etmişler; ulusların IQ değerlerinin, eğitim kalitesi gibi dışsal / çevresel değişkenlerden çok da etkilenmediğini ve dolayısıyla bir etnik grup – ırk içinde değişmediğini ve sonuç olarak gelişmemiş ülkelerin oldukları gibi kalmaya mahkûm olduğunu ileri sürmüşlerdi –hem de ellerinde sadece korelasyonel veri bulunmasına ve yer yer istatistiki olarak anlamlı olup olmadığı belli olmayan sonuçlar kullanmalarına rağmen. (Nassim Nicholas Taleb’in blogunda bu araştırmalara yönelik kapsamlı metodolojik eleştirileri bulabilirsiniz). Buradan çıkarılabilecek bir sonuç şu: Ulusal IQ tezinin bugünkü savunucuları; ulusların IQ değerlerini sadece bu değerleri merak ettikleri için değil, bu değerlerin bir şeyleri açıklamakta kullanılabileceğini düşündükleri için araştırmaya gayret ediyorlar –yani, ulusal IQ araştırmaları salt zekâ araştırmalarından ibaret değiller. Bu araştırmaların yukarıdaki gibi politik bir özü ve çıkarımı bulunduğundan, hatta kim bilir, belki de bu araştırmalar politik motivasyonlarla yürütüldüğünden dolayı; bu araştırmalara gelecek olan eleştirilerin politik bir içeriğinin de olması çok da olağandışı değil. Dahası; Lynn, Vanhanen ve onların az sayıdaki bazı takipçisi, bu veriler ve araştırma yöntemleri çok çeşitli şekillerde eleştirilmesine rağmen ısrarla bu ve benzeri yöntemleri kullanmaktan vazgeçmedi. Bu nedenle de kendilerine yönelen tepkilerin artarak devam etmesi, bu insanların çalışmalarının çok daha titiz bir şekilde incelenmesi sanırım oldukça olağan.

Ulusal IQ kavramına geri dönelim. Bu kavramdaki ilk sorun, ulusların iç çeşitliliklerinin göz ardı edilmesinde yatıyor. Yukarıda adı geçen Etiyopya’da 80’den fazla etnik grup yaşıyor. Nijerya, Kongo ve Kenya gibi birçok Sahra altı Afrika ülkesinde de durum bundan pek de farklı değil, bu ülkelerin toplumları da yüzlerce farklı etnik kökenden insanın bir araya gelmesiyle oluşuyor. Bu da en azından onlarca farklı çocuk yetiştirme şeklinin bulunduğunu, yani sadece IQ değerlerini değil, beynin fiziki biçimini ve nöral bağlantı ağlarının biçimlerini bile etkileyen faktörlerin “bir ulus içinde” çok fazla çeşitlilik gösterebileceğini ima ediyor. Bununla birlikte, bu etnik grupların kendi içinde ve arasında bol miktarda sosyoekonomik statü (SES) farkı bulunuyor, nitekim Gini katsayısı en yüksek on ülkenin 8’i Afrika’da bulunuyor. SES kapsamına alınabilecek eğitim, aile içi etkileşim ve beslenme kalitesi gibi değişkenler de tıpkı yetiştirme şekli gibi bilişsel beceri düzeylerini ve hatta beynin fiziki biçimini etkiliyor. Dolayısıyla ulusal IQ skoru, bol miktarda çeşitlilik içeren birçok farklı değişkenin çok karmaşık şekillerde etkileşime geçerek oluşmasına katkı sunduğu bir ürün. İşte tam da bu yüzden, ulusal IQ puanı herhangi bir ulusun “bilişsel potansiyelini” ya da “problem çözme kabiliyetini” yansıtmaktan ziyade, üzerinde test yapılan örneklemdeki insanların yetişme şeklinin, SES’inin ve tabii miras aldıkları genlerin, onların bu testi çözmesine ne kadar yardım ettiğini bize anlatıyor.

Yani, belki de bu “ulusun insanları” daha iyi eğitim almış ve daha iyi beslenmiş olsaydı, testlerde daha yüksek bir performans sergileyeceklerdi. Ya da bulundukları etnik grubun kültürü daha farklı bir biçimde olsaydı, yine, daha iyi bir performans göstereceklerdi. Noise yaratan bu dışsal değişkenlerin IQ üzerindeki etkisi güvenilir şekilde kontrol edilemediğinden, ki bunu sadece istatistiki araçlarla yapmak oldukça güç, ölçülen değerlerin bir ırkın / etnik grubun gen kökenli “bilişsel potansiyelini” yansıttığını söylemek pek de mümkün değil.

İşte bu noktada da sorunun kavramsal olmakla beraber metodolojik olmaya başladığını görmek oldukça mümkün. Şu anda yukarıda bahsettiğim dışsal değişkenleri, genlerin etkisinden tertemiz bir şekilde ayırabilecek bir teknik henüz yok. Bu yüzden belli bir etnik grubun / ırkın veya ulusun, eğer varsa, biyolojik kökenli IQ farklarını yakalamak şimdilik pek de mümkün görünmüyor.

Ulusal IQ ile ilgili diğer bir sorun, IQ testlerinin kültür yüklü olması, dolayısıyla belli kültürlerde –belki- iyi bir zekâ tahmincisi olsa da belli kültürlerde o kadar da iyi olmaması. Örneğin, IQ testlerinde kullanılan kart gibi araçların, sözel unsurların ve şekillerin belli kültürlerde daha çok bulunurken başka kültürlerde çok bulunmadığı biliniyor. Ayrıca, yine bazı kültürlerin, insanları belli alanlarda –matematiksel problem çözme, kafadan matematik işlemi yapma, düzgün geometrik şekillerle işlemler yapma gibi- becerilerini geliştirmeye teşvik ettiği; özellikle de merkezi eğitim sistemlerinin çok fazla çocuğa ulaşamadığı ülkelerdeki başka kültürlerin ise insanları başka alanlarda –alet kullanma, tehlike sezme ve bunlardan kurtulma- becerilerini geliştirmeye teşvik ettiği biliniyor. Böyleyken, bir kültürdeki insanların beceri düzeylerini test eden bir testin aynı geçerlilikle başka kültürlerdeki insanların becerilerini test etmesi pek de beklenemez. Dolayısıyla, 197 ülkeden ve muhtemelen binlerce farklı kültürel arkaplandan gelen insanların zekâlarını –bilişsel potansiyellerini- karşılaştırılabilir bir şekilde test etmek ve bunları gruplandırmak oldukça güç. Bunu deneyenler olmadı değil, fakat akademide bu denemelerin çok da başarılı bulunduğunu da söyleyemeyiz.

Sonuçta, ulusal IQ değerlerinin ne anlam ifade ettiği pek de belli değil ve şimdiye kadar yapılan araştırmalar metodolojik olarak olağanüstü derecede şaibeli. Bununla birlikte, böyle bir şeyin ölçülmesinin mümkün olup olmadığı bile net şekilde kestirilemiyor. Böyleyken akademinin bu tarzdaki çalışmalara alan açması, bu alandaki araştırmaların fonlanması ve bu alandaki araştırmaların “olağan seviyede bir titizlikle” değerlendirilmesi pek de makul görünmüyor.

Mevzu Zaten Politik Olabilir Mi?

Ulusal IQ çalışmalarının kavramsal ve istatistiki anlamda ne kadar bulanık olduğunu anlamak, basit seviyede istatistik ve araştırma metotları bilen insanlar için hiç de zor değilken; bu bilgilerden bihaber olmayan ve pek çok seviyede akademik feedback alan araştırmacıların ulusal IQ meselesini onlarca yıldır kovalaması açıkçası pek de masum görünmüyor. E. Kierkegaard, N. Carl, N. Cofnas, B. Winegard ve R. Lynn gibi araştırmacıların bu durumu bile bile ciddi bir metodolojik yenilik getirmeden ve hatta ulusal IQ’yu bilmenin neden önemli olduğunu bile doyurucu bir şekilde açıklayamadan; ulusal IQ’nun geri kalmışlığın bir sebebi olduğunu veya yakında gruplararası IQ farklarının ispatlanacağını ileri sürüp durmaları gerçekten de insanda şüphe uyandırmıyor değil. Özellikle E. Kierkegaard’ın blog yazılarında kullandığı üslup da göz önüne alındığında, ulusal IQ araştırmalarının arkasında, biraz da olsa, politik bir motivasyonun olduğu ihtimali akla geliyor. Böyle şüpheler bir mob davranışını –linç- meşrulaştırmasa da bu insanlara karşı bir hassasiyetin gelişmesini, bence, yeterince meşrulaştırıyor. Nitekim bu insanlar kendilerini pek de gizlemeden hem kendilerinin hem de ilişkilerinin olduğu insanların muhafazakâr eğilimlerinin olduğunu gösteriyorlar ve zaten yaptıkları araştırmalar da bazı muhafazakâr inançlarını doğrulamak için yapılmış gibi duruyor –özellikle çok göze batan metodolojik hatalar bunun bir indikatörü gibi.

Özellikle sosyal bilimlerle uğraşan akademisyenlerin çok baskın bir kısmının sol siyasete –ve dolayısıyla sol dünya görüşlerine- yakınlık hissettiği muhakkak. Ki bazıları bu yakınlıkları araştırmalarına yansıtmaktan ve hatta bunu da duyurmaktan çekinmiyor bile –bence bu büyük bir utanmazlık! Bu görüş çeşitsizliğinin ve siyasi yanlılıkların aleni şekilde araştırmalara etki etmesinin, yapılan araştırmaların kalitesi için bir sorun teşkil ettiğini açıklamaya pek de gerek duymuyorum. Fakat bu çeşitsizlik ve yanlılığın getirdiği kalitesizliğin, baskın olmayan görüşleri temsil eden insanların yaptığı yanlı ya da en azından metodolojik açıdan kusurlu çalışmaların kalitesizliğini örtmek için bir mazeret olarak kullanılamayacağını düşünüyorum. Başka bir deyişle, solcu araştırmacılar kendi kendilerine gelin güvey oluyor ve muhafazakâr araştırmacıları dışlıyor diye muhafazakâr araştırmacıların, reaksiyoner bir tutumla metodolojinin namusunu çiğneyerek, kendi dünya görüşlerini doğrulayacak araştırmalar yapmalarını ahlaksızca buluyorum.

Nihayetinde şu söylenebilir: Ulusal IQ çalışmalarına olan tepkinin politik yönü dahi, ulusal IQ ile ilgili kavramsal sorunların metodolojik sorunlarla çok fazla iç içe geçmesi sebebiyle, metodolojik olmayan bir eleştiri olarak görülmemeli. Akademi camiasında tanınan isimlerin tanınan çalışmaları, tanınan alanlarda ve tanınan biçimlerde kullanılıyor. Tıpkı bir inside joke gibi, bazı araştırmacılar belli araştırma çizgilerini ırkçı olmakla itham ederken bunu sadece bu araştırmaların arkasındaki motivasyonları veya bu araştırmalardan çıkan sonuçları hedef almıyor, bir kelimeyle çok daha fazla kelimeyle söylenebilecek şeyleri ifade ediyorlar. Onların ciddi bir kısmı, artık neredeyse kasten yapılmış gibi görünen metodolojik hatalarla, daha önceden deklare edilmiş politik yanlılıklarının doğrulandığını gördüklerinde böyle ithamda bulunuyorlar. Bu yüzden, ulusal IQ çalışmalarına yapılan “ırkçılık” eleştirilerinin ayakları yere basan eleştiriler olduğunu, hatta bu araştırmaların düpedüz çöp sayılabilecek seviyede olduğunu söylemek mümkün.

Öncül Analitik Felsefe Dergisi, 19 Ocak 2018 tarihinde kuruldu. Sunum, söyleşi, makale, çeviri, canlı yayın gibi içerikler üreterek Analitik Felsefe’ye dair Türkçe veritabanını genişletmeye devam ediyor.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Toplumdan Ulus-Devlete Atlamak – Jason Brennan

Sonraki Gönderi

Plantinga’nın Naturalizme Karşı Evrimsel Argüman’ı ve İtirazlar – Jonathan David Garner

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü