Zihin Diye Bir Şey Yoktur – Joe Gough

///
1972 Okunma
Okunma süresi: 19 Dakika

‘Zihin’ ve ‘zihinsel’ terimleri karmaşık, zarar verici ve çeldiricidir. Bu sözcüklerden arınmamız gerekir.

Büyük ihtimalle daha önce birileri size düşündüğünüz, hissettiğiniz ya da korktuğunuz bir şeyin ‘tamamen zihninizde’ olduğundan bahsetmiştir. Ben size farklı bir şey aktarmak için buradayım: zihin (mind) diye bir şey yoktur ve hiçbir şey zihinsel (mental) değildir. Ben buna ‘zihinsizlik tezi’ adını veriyorum. Zihinsizlik tezi, insanların bilinç sahibi olduğu, düşündüğü, hissettiği, neye inandığı, neyi arzuladığı vb. fikirleriyle tamamıyla bağdaşmaktadır. Bu tezin bağdaşmadığı husus, insanların bilinç sahibi olduğu, düşündüğü, hissettiği, neye inandığı, neyi arzuladığı ve benzeri durumların zihinsel olduğu, zihne ait olduğu ya da zihin yoluyla ortaya çıktığı yönündeki görüştür.

Zihinsizlik tezi insanların ‘yalnızca bedenden ibaret’ olduğu manasına gelmez. Bunun yerine, bütün bir insanla karşı karşıya geldiğimizde, onu ‘zihin’ ve ‘beden’ diye iki gruba ayırabileceğimizi ya da sahip olduğu özelliklerin ‘zihinsel olan’ ve ‘zihinsel olmayan’ şeklinde birbirinden ayırabileceğimizi düşünmememiz gerektiği manasına gelir. Homeros Yunancasının ‘zihin’ ve ‘beden’ kavramlarını tutarlılık içerisinde tercüme edebilecek terimleri barındırmaması dikkat çekicidir. Homeros’ta insanların birbirleriyle iletişime giren unsurların ahenkli bir toplamı olarak ele alındığını görmekteyiz: “göğsümdeki ruh beni yönlendirir”; “bacaklarım ve kollarım isteklidir”. İnsanın birbiriyle örtüşen ve adeta sürekli haberleşen akıllı sistemler toplamı olduğu benzer bir görüş bilişsel bilimlerde ve biyoloji alanında giderek daha fazla savunulmaktadır.

Zihin ve zihinsel terimleri öylesine çok farklı biçimlerde kullanılmakta ve öylesine karman çorman bir geçmişe dayanmaktadır ki bunlar manadan ziyade büyük bir yük içermektedir. Özellikle bilimin ve tıbbın önemli alanlarında zihin ile zihinsel kavramları hem muğlâk hem de aldatıcı olmaktadır. İnsanlar ‘zihin’ ve ‘zihinsel’ üzerine konuştuklarında, zihinsizlik tezi bu kişilerin bir şey üzerine görüş bildirdiklerini inkâr etmez. Bunun aksine, bu kişilerin bir şey yerine pek çok konu üzerine görüş bildirmiş olduklarını söyler. İnsanlar ‘zihin’ den söz ederken kimi zaman gerçek manada failliği, diğer zamanlarda bilişi, bazen de bilinci kasteder; ‘zihinsel’ ifadesi ise bazen gerçek manada psikiyatrik, diğerlerinde psikolojikken, kimi kullanımlarda tinsel bir şeyi ve diğerlerinde ise bambaşka bir ifadeyi kasteder.

Bu kavram bulanıklığı, ‘zihin’ düşüncesinin işe yararlılığı bakımından öldürücü bir nitelik taşımaktadır. Doğrusunu söylemek gerekirse pek çok kavram köprüler inşa eder: farklı bağlamlarda biraz değişik manalara gelir, çokanlamlılık denilen belirli ve çoğu zaman tehlikesiz bir muğlaklık türünü sergilerler. Bu çokanlamlılığın getirdiği esneklik ve değişkenlik, farklı araştırma ve uygulama alanlarını birbirine bağlayarak insanları aralarındaki benzerlik ve ilişkilerin bilincinde olmaya teşvik eder. Örneğin, eğer bir bilgisayar bilimi uzmanı ‘hesaplama’ kavramından bahsediyorsa normal şartlarda bir mühendisin, bir bilişsel bilim uzmanının ya da arkadaşıyla sohbet eden birinin kastettiğinden biraz daha farklı bir anlamı kasteder. Kapsayıcı hesaplama kavramı konuşmaların hepsini birbirine bağlayarak aralarında bulunan ortak noktaları tespit etmemize yardımcı olur.

Sorun şu ki bu tür bağlantılar kurmak her durumda iyi bir fikir değildir. Bu kimi zaman farklı uzmanlık alanları arasında yaratıcılığa dayalı etkileşimleri tetikler ve aksi takdirde tespit edilmesi güç olan faydalı analojiler sunar. Ancak başka durumlarda kötü etkileşimlere ve zarar verici analojilere neden olur. Bu durum insanların birbirlerini yanlış anlamasını ya da paylaştıkları ortak hedefleri saptamak yerine belirli kavramları savunmaya ya da bunlara karşı mücadele etmeye yönelik yatırım yapmalarını beraberinde getirir ve böylece yanlış anlaşılmaları ve dışlamayı güçlendirebilir.

Zihin ve zihinsel kavramlarına da tam olarak böyledir: bunlar ortalıkta kol gezen en çok anlam barındıran sözcükler arasında yer almaktadır. Hukukçular ‘zihinsel’ kapasiteden, psikiyatrisiler ‘zihinsel hastalıktan’ bahseder ve tıpkı kimi filozofların yaptığı gibi, pek çok sayıda insan ‘zihin-beden sorunundan’ söz eder ve pek çok insan ‘zihinlerinin var olup olmadığına’ dayanarak hayvanları yiyip yememenin uygun olup olmadığını merak eder. Bu söylenenler daha birçok örnek içinden yalnızca birkaç tanesidir. Her durumda, zihin ve zihinsel kavramları birbirinden farklı manalara gelmektedir: kimi zaman kurnazca, kimi zaman da o kadar kurnaz olmayan bir yaklaşımla.

Böylesine yüksek risk taşıyan alanlarda net olunması hayati öneme sahiptir. Pek çok sayıda insan ‘zihinsel hastalığı’ olan insanların yaşadıkları sorunların ‘tamamen kendi kafalarında’ olduğuna inanmaya fazlasıyla hazır durumdadır. Hiç kimsenin bir kalp rahatsızlığının kalbin dışındaki sorunlara neden olabileceğinden kuşku duyduğuna tanık olmadım ancak arkadaşlarıma ve aileme ‘zihinsel’ hastalıkların ‘zihnin’ dışında fizyolojik etkileri olabileceğini düzenli olarak açıklamak zorunda kaldım. Peki, insanlar neden birini diğerine nazaran daha esrarengiz ve görünüşte daha şaşırtıcı buluyor? Bunun nedeni, zihin ve zihinsel yöntemlerle inşa edilen köprülerin pek çoğunu kesin surette yakıp kül etme vaktinin gelip çatmış olmasıdır.

Psikiyatrist, psikanaliz uzmanı ve ‘antipsikiyatrist’ Thomas Szasz, zihinsel hastalık diye bir şey bulunmadığını ileri sürmüştür. Zihinsel hastalıkların ‘yaşama ilişkin sorunlar’ olduğuna, yani bireysel çatışmalara, zararlı alışkanlıklara ve ahlaki bozukluklara bağlı olduklarından ötürü düzgün yaşamayı güçleştiren durumlar olduğuna inanır. Bu nedenle, zihinsel hastalıklar kişilerin kendi şahsi sorumluluğudur. Bunun sonucunda Szasz, tedavi edecek hiçbir şeyi olmadığı gerekçesiyle psikiyatrinin tıbbi bir bilim dalı olmaktan çıkarılması gerektiğini öne sürmüştür. Kişinin yaşadığı belirtilerin altında yatan fizyolojik bir zemin söz konusuysa, bu durum ‘zihinsel’ olmaktan ziyade beynin fiziksel bozukluklarından kaynaklanır. Szasz, belirtilerin fizyolojik bir zemini yoksa o zaman gerçek bir ‘hastalık’ teşkil etmediklerini savunur.

Bu sav, büyük ölçüde zihinsel hastalıkların ‘fizyolojik’ olanlardan kesin çizgilerle farklı olduğu düşüncesine dayanır. Bu, belirli metafizik zihinsel kuramlarla bağdaştırılan zihnin düalist çağrışımlarının nasıl uygun olmayan bir yoldan psikiyatriye aktarılabileceğinin bir örneğidir. Oysa pek çok zihinsel hastalığın fizyolojik nedenleri ve etkileri bulunmaktadır ve hatta net bir fizyolojik nedeni bulunmayan hastalıklar bile çoğu durumda tıbbi müdahaleyi gerektirmektedir, zira söz konusu durumlardan mustarip olan insanlar hâlâ tıbbi yardım almayı hak etmektedir.

Ben Szasz’ın görüşünün aksine, zihinsel hastalıkların yalnızca psikiyatrik olmaları bakımından zihinsel olduklarına inanıyorum. Zihne dair ve zihnin kapsamında ne olup ne olmadığına dair olağan anlayışların bu meseleyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Algılama çoğu zaman zihinsel, zihnin bir parçası olarak kabul edilir ancak tıp işitme kaybı ve görme engelini algılama bozuklukları olarak kabul etse de bunları zihin hastalığı olarak sınıflandırmaz. Peki ama neden? Bu sorunun cevabı gayet bariz: çünkü genellikle psikiyatristler işitme kaybı ve görme engelini en iyi biçimde tedavi edebilecek doktorlar değillerdir. (Eğer tedaviye ihtiyaçları olursa pek çok işitme engelli bu durumu reddedecektir)

Psikiyatride insanlar ‘zihin’ ve ‘zihinsel’ üzerine konuştuklarında, aklıma gelen ilk soru hep “Tam olarak neyi kastediyorlar?” olur. Zihin ve zihinselin net olarak hangi manasından hareket ediyorlar, başka hangi bölgeye seslenmeye çalışıyorlar, yani beni hangi köprüden geçirmeye uğraşıyorlar? Bir ‘zihinsel’ hastalık yalnızca psikiyatrinin başa çıkmak konusunda yeterli donanıma eriştiği bir hastalık türüdür. Bu, kuramsal ya da felsefî etmenlerle olduğu gibi, psikiyatristlerin sunabilecekleri uygulamalı değerlendirmelerle belirlenmektedir. Ne var ki bu pragmatik yaklaşım kendisini ‘zihinsel hastalığa’ yönelik yapılan yaklaşımların ardına saklamaktadır. Pek çok bağlamda, zihinsel terimi beraberinde uygun olmayan ve damgalayıcı çağrışımları getirmeye yatkındır ki bu da bize inşa edilen köprülerin sağlam olmadığını gösteriyor.

Başkalarına çektiğiniz acının ‘zihinsel’ olmadığına inandırmak, içinde bulunduğunuz durumun hakikatini savunmanın bir yöntemi olabilir.

Düşünün ki uzun vadeli, kronik bir ağrıdan mustaripsiniz. Bir grup doktora gittiniz ve şimdi en sonuncusuna gidiyorsunuz: Bu noktaya kadar, bilhassa da marjinal bir grubun mensubuysanız (örneğin bir kadın ya da beyaz ırktan değilseniz), doktorlar sizi dikkate almamış ya da size inanmamış olabilirler; çektiğiniz ağrıları gereğinden fazla büyüttüğünüzü ya da belki de evhamlı biri olduğunuzu düşünebilirler. Yapılan bazı tetkikler ve yöneltilen bazı sorular sonucunda, kronik ağrılarınızın bir zihinsel hastalık olduğu söylendi ve bir psikiyatriste sevk edildiniz. Psikiyatristin size ilaç yazmayacağı ya da cerrahi müdahale yapmayacağı, ancak bunun yerine ‘konuşma terapisi’ olarak da bilinen, zaman zaman ‘zihinsel terapi’ olarak adlandırılan bir psikoterapik tedavi uygulayacağı söylenir.

Gayet akla yatkın bir yaklaşımla bu doktorun da size inanmadığını düşünebilirsiniz. Ortada hakikaten yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu ve çektiğiniz ağrının sahici olduğunu biliyorsunuz ama doktorunuz size hastalığınızın zihinsel kaynaklı olduğunu ve zihinsel tedaviye ihtiyaç duyduğunuzu söylüyor. Acaba bir kuruntu içinde olduğunuzu ya da bir tür kişilik bozukluğundan kaynaklı olarak yalan söylediğinizi mi düşünüyorlar? Arkadaşlarınızı, ailenizi ve iş arkadaşlarınızı – tıp uzmanlarından bahsetmiyorum bile – çektiğiniz ağrının “zihinsel” olmadığına inandırmak, içinde bulunduğunuz durumun hakikatini savunmak açısından pekâlâ mümkün olabilir. Nitekim geçtiğimiz günlerde The Guardian kronik ağrıyı konu alan bir dizi makale yayımladı ve bu yazılardan biri şu başlıkla çıktı: “Kronik Ağrısı Olan Hastaların Uzunca Bir Süredir Ağrılarının Tamamen Kafalarında Olduğu Söylenmekteydi. Artık Bunun Yanlış Olduğunu Biliyoruz”. Konuya dair diğer ana akım medyada çıkan yazılarda, bir psikiyatriste sevk edilmek, kendisine inanılmaması, göz ardı edilmesi ya da hastalık hastası olarak adlandırılmasıyla aynı kefeye konuluyor. Kimi savunucular fibromiyaljinin (kronik ağrıya neden olan bir durum) psikiyatrik bir sorun gibi değerlendirilmemesi gerektiğini, zira bunun ‘hayali’ olmayıp bilakis ‘hakiki’ olduğunu öne sürmektedir.

Bu durumunuzun ‘zihinsel bir hastalık’ şeklinde damgalanmasından ötürü rahatsızlık duymanız anlaşılabilir bir durumdur. Peki, ama ya doktorunuz? Bu etkileşimden ne çıkarmanızı istediler? Belki de doktorunuz ‘yeniden yapılandırma’ sonucunda periferik sinir sisteminin aşırı hassaslaşmasından kaynaklanan şiddetli, istemsiz bir ağrı içinde olduğunuza kesinlikle inanmış olabilir. Sinir sisteminin yeniden yapılandırılmasından doğan ağrı ” nociplastic ağrı” olarak bilinir ve son zamanlarda tıbbi açıdan oldukça önemli bir ağrı kategorisi olarak kabul edilmiştir. İllaki sizin yalan söylediğinizi ya da hayal gördüğünüzü düşünmüyorlar. ‘Zihinsel hastalığa’ vurgu yaparken kastettikleri şey yalnızca bunun en iyi konuşma terapisiyle tedavi edilebileceği ve bir psikiyatrist aracılığıyla en iyi şekilde idare edilip anlaşılabileceği olabilir.

Her ne kadar durumdan doğal olarak rahatsızlık duysanız da doktorunuzun söyledikleri yerinde olabilir. ‘Zihinsel hastalık’ ifadesinde yer alan zihinsel terimi yalnızca psikiyatrik manasında kullanılmaktadır. Doktorunuz psikiyatristlerin ve psikiyatri araştırmacılarının nociplastic ağrının tanınmasında ve üzerinde yapılan çalışmalarda hâlâ önemli bir rol oynadıklarını biliyor olabilir. Doktorunuz konuşma terapisinin etkinliğine dair olumlu düşünebilir, zira fibromiyalji ve kronik ağrının pek çok belirtisini gidermede, hatta belki de ağrıyı azaltmada etkin olduğunu biliyor olabilir. Ayrıca, konuşma terapisinin bağışıklık sistemine yönelik bir girişim aracı olarak etkili olabileceğini, hatta romatoid artritle [iltihaplı romatizma] bağlantılı iltihaplanmayı azaltmada yaygın kullanılan ilaçlardan daha etkili olduğunu gösteren yakın zamanda yapılmış bir araştırmayı da okumuş olabilir.

Yani siz ve doktorunuz aslında durumunuzun tabiatı konusunda mutabık olabilir ancak yine de bir psikiyatriste sevk edildiğiniz düşünüldüğünde hayal kırıklığına uğradığınızı hissedebilirsiniz. Bu noktada bir şeyler çok yanlış gitmiş. Kanımca bu sorun, psikiyatrinin ‘zihinsel hastalıklarla’, yani zihinsel sorunlarla uğraştığı düşüncesinden kaynaklanıyor. Nitekim yaygın kanıya göre zihinsel hastalıklar zihinsel bozukluklardır ve psikiyatri de zihinsel hastalıkları iyileştirir. Sözlüklere, ders notlarına ya da teşhis amaçlı yapılan sınıflandırmalara bakarsanız, psikiyatrinin ve çalışma sahasının bu şekilde nitelendirildiğini görürsünüz. Buradaki kilit mesele, zihin ve zihinsel kavramlarının bir tıp bilim dalını nitelendirirken son derece yakışıksız çağrışımlara neden olmasıdır; ne de olsa ‘zihinsel’, ‘reel’, ‘biyolojik’ ve ‘fiziksel’ ile mukayese edilebilir.

Elimizde bulunan sorun, zihin ve zihinsel kavramlarının karmaşıklığından kaynaklanan bir iletişimsizliğe dayanmaktadır. Zihin ve zihinsel terimleri pek çok farklı manada kullanılabilmekte, kimi zaman hakikat duygusunun yokluğuna işaret etmekte, kimi zaman psikiyatri ile bir ilişkiyi belirtmekte ve bazen de tamamıyla başka bir manaya gelebilmektedir.

Kronik ağrı kadar depresyon ve şizofreni de ‘tamamen zihinde’ olan sorunlar değildir.

Doktorunuzun bunun yerine size ‘psikiyatrik’ bir hastalığınız olduğunu söylediğini ancak bu psikiyatrik hastalığın kayda değer manada ‘zihinsel’ olmadığını vurguladığını hayal edin. Size ‘konuşma terapisi’ reçetesi verilebileceğini söylese ancak ‘zihinde’ yer etmeyen pek çok rahatsızlığın konuşma terapisine elverişli olduğunu, bunun da bir insanın hemen hemen tüm ‘plastiği’, yani esnek olan yönlerini etkileyebileceğini vurgulasaydı ne olurdu? Hatta daha iyimser bir bakış açısıyla, insanların bir hastalığın psikiyatrik olarak sınıflandırılmasının onun zihinsel olduğu çıkarımında bulunmadıklarını ya da bir durumun kişinin inançları ya da beklentileri gibi ‘zihinsel‘ durumlardan etkilenebildiği gerekçesiyle biyolojik ya da fiziksel olmadığını veya ‘tamamen zihinde’ yatmadığını düşündüklerini hayal edin.

Zihin ve zihinsel fikirleri işin içine katmamak iletişimi çok daha kolay hale getirir. Böyle bir konuşmadan sonra doktorunuz sizi inandırmış ve psikiyatrinin sizin işinize yarayabileceğini düşündürmüş olabilir. Oysa aslında doktorunuz farklı bir şey yapmamıştır; hastalığınızın yeterince ciddiye alınmadığına dair duyduğunuz endişeyi gidermenin ötesinde, izlenen yöntem tamamen aynıdır. Her ne kadar kronik ağrı psikiyatrik olsa da hayali ya da gayri-biyolojik değildir – ve zihin ve zihinsel terimleri tüm bunları birbirine karıştırır. Akıl ve zihin konusundaki sorunlar kronik ağrı tedavisiyle sınırlı değildir. Bu durum diğer psikiyatrik hastalıkların da ‘zihinsel’ diye nitelendirilmesine neden olmaktadır: Kronik ağrı kadar depresyon ve şizofreni de ‘tamamen zihinde’ olan sorunlar değildir.

Zihinsel hastalıklar konusundaki damgalamayı güçlendirmenin yanı sıra, zihinsel olanın karmaşıklığı, tıbbi bir bilim dalı olarak psikiyatride köklü değişiklikler yapılmasına (ve hatta psikiyatrinin tümüyle son bulmasına) ilişkin yanlış yönlendirici savları da körüklemektedir. Szasz’ın antipsikiyatri görüşlerinden diğer uç noktada, pek çok kişi psikiyatri ve nörolojinin birleşmesi yönünde görüş bildirmektedir. Bu durum, bilişsel bilimde yaygın olan kimi felsefi ‘zihin kuramlarına’ dayanmaktadır. Kimilerine göre zihin beynin ta kendisidir; kimilerine göre ise tıpkı Windows’un dizüstü bilgisayarımda yaptığı gibi, zihnin beyinde çalışan bir yazılımdır. Söz konusu bu sav, psikiyatrinin ‘zihinsel’ hastalıklarla ilgilendiği gerekçesiyle, bilişsel bilim alanında yaygın olan ‘zihin’ konusundaki felsefi görüşlere itibar etmesi gerektiği görüşüne dayanmaktadır. Asıl mevzu, zihinsel hastalıktaki “zihinselliğin” yalnızca psikiyatrik manaya gelmesidir ki bu filozofların ve bilim insanlarının bahsettikleri husus değildir.

Netice itibariyle, psikiyatride zihne ve zihinsel olana yapılan çağrılara kuşkuyla yaklaşmamız gerekir. Psikiyatrik hastaların kesinlikle fazladan bir damgalama riskine ihtiyacı yoktur ve zaten sürekli kavram kargaşası ve iletişim bozukluğu tehlikesi olmadan dahi psikiyatrik durumları anlamak yeterince güçtür. Bu bağlamda, elimizde tutmamız gereken bir neden yok ise, ‘zihin’ ve ‘zihinsel’ kavramlarını psikiyatri biliminden çıkarmamız gerekir. Üstelik yalnızca bu alanla da sınırlı kalmamalı: bu kavramların yarattığı hasar aynı zamanda bilişsel bilimi ve psikolojiyi de etkiliyor.

Nasıl ki psikiyatrinin tıpta zihinsel hastalıklarla uğraşan bir bilim dalı olduğu düşünülüyorsa aynı mantık çerçevesinde bilişsel bilim ile psikolojinin de zihin üzerine çalışmalar yürüten bilimler olduğu düşünülür. Ne var ki, psikoloji ve bilişsel bilim tamamen aynı konuları çalışmaz. Kişilik psikometrisi gibi disiplinler tarihsel açıdan bakıldığında psikolojinin temel bir parçasıyken bilişsel bilimin yalnızca kuşkuyla karşılanan bir parçasıdır. Bunun aksine, bilişsel bilim, kendiliğinden örgütlenme, bilginin işlenmesi ve uyumlu davranış konularındaki daha geniş kapsamlı ilgi alanlarını kendisinden önce gelen bazı bilim dallarından, bilhassa da sibernetik [güdüm bilimi] alanından almıştır. Psikolojinin ve bilişsel bilimin etki alanları da psikiyatrinin alanıyla örtüşmemektedir. Algılama, psikolojinin ve bilişsel bilimin alanı içerisinde yer almaktadır ancak görme kaybı ve işitme bozukluğu birer psikiyatrik hastalık değildir (hastalık olsalar ya da olmasalar bile).

Psikolojinin ve bilişsel bilimin etki alanları, büyük ihtimalle gündelik hayatta ‘zihin’ üzerine söz söylerken aklınıza getirmek istemediğiniz yetileri de kapsar. Örneğin, homeostaz (kalp atış hızı ve kan sıcaklığı gibi vücuttaki iç parametrelerin sabit tutulması) ve allostaz (bu parametrelerin ve davranışların içinde bulunulan duruma göre ayarlanması) yoluyla organizmaların hayatta kalma yollarını ele alan bilişsel modellemeler bulunmaktadır.

Bağışıklığı bilişsel terimlerle haritalandırmanın yolları da vardır. ABD’li psikolog Robert Ader’in 1960’lar ve 70’lerde yaptığı çalışmalar sonucunda bağışıklık sistemine yönelik şaşırtıcı bir özellik açığa çıkarılmıştır. Ader, sıçanları eğiterek zararsız bir tatlandırıcıdan uzak durmalarını sağlamış ve bunu siklofosfamid adında hastalığa davetiye çıkaran bir kimyasal madde ile birlikte uygulamıştı. Yapılan çalışmanın sonuç verip vermediğini test etmek amacıyla zararsız tatlandırıcıyı verdiği fareler ölmeye başladı. Ne kadar çok tatlandırıcı verilirse o kadar hızlı ölüyorlardı. Ortada bir muamma yatıyordu. Siklofosfamidin bir ‘immünosupresan’, yani bağışıklık sistemini çökerten bir kimyasal madde olduğu ortaya çıktı. Bağışıklık sistemi yalnızca tatlandırıcı karşısında tepki vermemeyi ‘öğrenmişti’ ve böylece sıçanlar bulundukları ortamda zararsız olan patojenlere [hastalık mikrobu] açık hale geliyor ve bu da ölümlerine neden oluyordu. Diğer bir deyişle Ader, bağışıklık sisteminin klasik Pavlovyan şartlanmasına elverişli olduğunu keşfetmişti.

Peki psikolojik ve bilişsel olduğu gerekçesiyle bağışıklık sistemini ‘zihinsel’ olarak mı değerlendirmeliyiz?

Bu, başka alanların yanı sıra bağışıklık sistemini araştıran psikologların da yer aldığı bir alan olan ‘psikonöroimmünoloji’nin [PNİ] ortaya çıkmasına neden olmuştur. İlerleyen zamanlarda yapılan araştırmalar, bağışıklık sistemi ile beyni birbirine bağlayan ‘elektrik telleri’ ve sinyaller konusunda çok daha heyecan uyandırıcı hakikatleri ortaya çıkardı. Bağışıklık sisteminin strese ve travmaya verdiği tepki karmaşık bir yapıya bürünür; bağışıklık sisteminde görülen bir denge bozukluğu, örneğin travma sonrasında yaşanan stres bozukluğu, borderline kişilik bozukluğu (her ikisi de genellikle travmayla bağlantılıdır) gibi travmayla bağlantılı pek çok psikiyatrik hastalıkla ilişkili görülmektedir. Ayrıca bağışıklık sistemi toplumsal davranış biçimlerinin kontrolünde de önemli rol oynar. Örneğin, bilim insanlarından bazıları depresyonun kimi zaman bağışıklık sisteminizin bir hastalığınızın yayılması tehlikesini en aza indirgemek üzere sosyal yaşama yönelik isteğinizi düşürmesinin bir yan etkisi olabileceğine inanmaktadır; bu düşünceye göre bağışıklık sisteminizi sizde bulaşıcı bir hastalık olduğuna dair yanlış bir ‘inanç’ tetiklenmiştir.

Bilişsel bilimi ve psikolojiyi ‘zihni’ araştırmak biçiminde yorumlamaya bağlı kalmak, söz konusu disiplinlerin neyle uğraştığı konusunda yanıltıcı bir izlenim yaratmakta ve bağışıklık sistemini ve sahip olduğu yetileri psikolojik ve bilişsel olduğu gerekçesiyle ‘zihinsel’ sayılıp saymamamız gerektiği gibi muhtemel manasız sorular doğurmaktadır. Zihin ve zihinsel ile inşa edilen köprülerin bir kez daha pek de faydalı olmadığı kanıtlanmıştır. Psikonöroimmünoloji, bilhassa immünologlar arasında geniş çapta kabul görmekte güçlük çekmiştir. Bunun nedeni büyük ölçüde yaygın olarak bir ‘zihin-beden tıbbı’ olarak kabul edilmesidir; bu terim, meşru tıbbi araştırmalarda olduğu kadar dolandırıcılık ve şişirilmiş kişisel gelişim için de kullanılır. Bu tarz üstünkörü bir bütüncülük [holizm], sanatsal dolandırıcılık ve psikonöroimmünoloji arasında inşa edilen köprüler, zihin ve zihinsel olana fazlasıyla borçlu olup, güya hizmet ettikleri disiplinlere pek az katkıda bulunmuşlardır.

Psikolojiden psikolojik olanın çalışması, bilişsel bilimden de bilişsel olanın çalışması şeklinde söz etmek çok daha faydalı olacaktır. Bu durum döngüsel görünebilir ve ne var ki yalnızca bu disiplinlerin kendi etki alanlarını keşfetmekle sorumlu oldukları ve bu etki alanlarının birbirinden tamamen farklı terimlerle ne olması gerektiği konusunda yeterince bilgi sahibi olmadığımız yönündeki hakikati yansıtmaktadır. Hiç kimse fiziği fiziksel olanın çalışılması şeklinde tanımlamak konusunda sıkıntı çekmemektedir ve fiziğin temel hareket yasaları üzerine bir çalışma olduğu düşüncesi uzun zamandan beri unutulmaya yüz tutmuştur.

Zihin ve zihinsel kavramlarının bu kadar büyük zarar verdiğini gördüğümüzde, bunlardan arınmamız için iyi bir nedenimiz var demektir. ‘Zihin’ ve ‘zihinsel’ üzerine konuşmak yerine, yapmakta olduğumuz işle alakalı daha kesin ve faydalı kavramlardan söz etsek daha iyi olur. İşin iyi tarafı, bu kavramların zaten büyük ölçüde mevcut olması ve zihin ile zihinsel olan arasındaki bağlantılar koparıldığında gayet güzel çalışıyor olmalarıdır. Psikoloji bünyesinde psikolojik, kavramsal bilimler bünyesinde bilişsel ve psikiyatri bünyesinde psikiyatrik kavramlar yer almaktadır. Bu alanların haricinde çok ama çok daha fazla kavram vardır – bunlardan birkaçını saymak gerekirse bilinç, hayal gücü, sorumluluk, faillik, düşünce, bellek. Feministlerin göreceli özerklik ve göreceli benlik konusundaki çalışmaları ve Homeros gibi tarihsel öncüler, insanların birleşen bir iç çekirdeğe sahip oldukları için değil, kendilerinin, aralarındaki ilişkilerin ve yaşadıkları ortamın bir araya geliş biçimi nedeniyle bütünlük içinde oldukları ve zihin kavramına gerek duymayan insan anlayışlarının geliştirilmesine yönelik gelecek vaat eden yöntemler sunmaktadır.

Bu görüşün vardığı sonuç şudur: her ne kadar siz de ben de düşünsek, hissetsek, inansak, arzulasak ve hayal etsek de zihin diye bir şey yoktur ve hiçbir şey zihinsel değildir. Ne zaman ‘zihin’ ve ‘zihinsel’ terimlerine rastlarsanız, özellikle bunlar üzerinden argümanlar öne sürüldüğünde, bu kavramların aslında ne anlama geldiklerini merak etmeli ve yüzeyin altında ne gibi belirsizlikler saklandığını kendinize sormalısınız.

‘Zihin’ ve ‘zihinsel’ üzerine daha fazla bilgi edinmek isterseniz, Aeon’un psikoloji, felsefe ve sanat yoluyla insanlık durumuna açıklık getiren dijital dergisi Psyche‘yi ziyaret edebilirsiniz.


Joe Gough – “The mind does not exist“, (Erişim Tarihi: 05.08.2023)

Çevirmen: Burak Yıldız

Çeviri Editörü: Beyza Nur Doğan

1 Yorum

  1. anladığım kadarıyla bu zihinsizliği savunanlar bayağı hatta epey bir cahil zihin dediğimiz şey tamamen fizyolojiktir beynimizin içerideki bir kaç tepkimeden ibarettir ama bu tepkime dışarıdan gelen sözlü yada diğer müdahaleler ile değiştirilebilir yani dışa açıktır ki bunun hakkında deneylerde mevcut herhangi bir popüler sosyoloji kaynağından ulaşabilirsiniz zihnin fizyolojik olmadığını söyleyen yani aksini savunan felsefeyle ilgilenen bir birey olmuyor aksini savunan direktmen inançlı yada teist biri oluyor çünkü bilimi red ediyor

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Kötü Fikirlerin Ayırdına Varabilmenin Gücü – Matthew Archer

Sonraki Gönderi

Gettier Problemi ve Bilginin Tanımı – Andrew Chapman

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü