Bildiğimiz Bilim Bilinci Açıklayamıyor Fakat Bir Devrim Yolda – Philip Goff

//
362 Okunma
Okunma süresi: 6 Dakika

Bilinç gibi karmaşık bir şeyin nasıl kafadaki gri, jöle benzeri bir doku yığınından ortaya çıkabileceğini açıklamak, tartışmasız çağımızın en büyük bilimsel zorluğudur. Beyin, nöron olarak bilinen ve her biri 10.000 başka nörona bağlı yaklaşık 100 milyar hücreden oluşan ve yaklaşık on trilyon sinir bağlantısı sağlayan olağanüstü karmaşık bir organdır.

Beyin aktivitesini ve onun insan davranışına nasıl katkıda bulunduğunu anlama konusunda müthiş bir ilerleme kaydettik. Fakat şu ana kadar kimsenin açıklamayı başaramadığı şey, tüm bunların nasıl hislere, duygulara ve deneyimlere yol açtığıdır. Nöronlar arasında dolaşan elektriksel ve kimyasal sinyaller nasıl oluyor da bir acı hissine ya da bir kırmızı renginin deneyimlenmesine yol açıyor?

Geleneksel bilimsel metodun bu sorulara hiçbir zaman yanıt veremeyeceğine dair artan bir şüphe var. Neyse ki nihayetinde gizemi çözebilecek alternatif bir yaklaşım bulunuyor.

20. yüzyılın büyük bir bölümünde, bilincin gizemli iç dünyasının sorgulanmasına karşı büyük bir tabu vardı; “ciddi bilim” için uygun bir konu olarak ele alınmıyordu. Ama devran döndü ve artık bilinç probleminin ciddi bir bilimsel sorun olduğu konusunda büyük bir uzlaşı var. Fakat birçok bilinç araştırmacısı, bilincin nasıl ortaya çıktığını anlamak adına beynin fiziksel yapısını incelemeye devam etmemiz gerektiğine inanarak bu zorluğun derinliğini hafife alıyor.

Ancak bilinç problemi, diğer bilimsel problemlerden radikal bir biçimde farklıdır. Buna bir sebep olarak bilincin gözlemlenebilir olmayışı gösterilebilir. Birinin kafasının içine bakarak onun hislerini ve deneyimlerini göremezsiniz. Eğer sadece üçüncü şahıs perspektifinden gözlemleyebildiklerimizden yola çıksaydık bilinci varsaymak için hiçbir dayanağımız olmazdı.

Bilim insanları tabii ki gözlemlenemez şeylerle uğraşmaya alışkındır. Örneğin elektronlar, görülebilmek için çok küçüktür. Ancak bilim insanları, gözlemlediğimiz şeyleri açıklamak için, örneğin şimşek ya da bulut odalarındaki buhar izleri gibi, gözlemlenemeyen varlıklar varsayarlar. Fakat bilincin eşsiz durumunda açıklanması gereken şey gözlemlenemez. Bilincin var olduğunu deneyler yoluyla değil, hislerimizin ve deneyimlerimizin anlık farkındalığı yoluyla biliyoruz.

Peki bilim bunu nasıl açıklayabilir? Gözlem verileri ile uğraşırken gözlemlediğimiz şeyin teorinin öngördüğü şeyle uyuşup uyuşmadığını test etmek adına deney yapabiliriz. Fakat bilincin gözlemlenemeyen verisiyle karşılaştığımızda bu metodoloji çöker. Bilim insanlarının yapabildiği en iyi şey, insanların beyinlerini tarayarak ve özel bilinçli deneyimlerine ilişkin raporlarına güvenerek, gözlemlenemeyen deneyimleri gözlemlenebilir süreçlerle ilişkilendirmektir.

Bu metot ile örneğin görünmeyen açlık hissinin beynin hipotalamusundaki görünür faaliyetle ilişkiye sahip olduğunu tespit edebiliriz. Fakat bu tarz ilişkilerin birikimi bir bilinç teorisi oluşturmaz. Nihai olarak istediğimiz şey, bilinçli deneyimlerin neden beyin aktivitesiyle ilişkiye sahip olduğunu açıklamaktır. Neden hipotalamusta böyle bir aktivite açlık hissiyle beraber geliyor?

Aslında standart bilimsel metodumuzun bilinç sorununda zorluk yaşaması şaşırtıcı olmamalı. Galileo’s Error: Foundations for a New Science of Consciousness adlı yeni kitabımda incelediğim gibi, modern bilim bariz bir biçimde bilinci dışlamak üzere tasarlanmıştır. “Modern bilimin babası” Galileo Galilei’den önce bilim insanları fiziksel dünyanın renkler ve kokular gibi nitelikler (qualities) ile dolu olduğuna inanmışlardı. Fakat Galileo fiziksel dünyanın tamamen niceliksel bir bilimini istemiş ve bu nedenle bu niteliklerin gerçekten fiziksel dünyada değil, bilimin alanı dışında olduğunu öngördüğü bilinçte olduğunu öne sürmüştü.

Günümüz biliminin arka planını bu dünya görüşü oluşturur ve bunun içinde çalıştığımız sürece yapabileceğimiz en iyi şey, neden birlikte geldiklerini açıklamak için hiçbir yolumuz olmadan, görebildiğimiz niceliksel beyin süreçleri ile göremediğimiz niteliksel deneyimler arasında ilişkiler kurmaktır.

Zihin Maddedir

Filozof Bertrand Russell ve bilim insanı Arthur Eddington’ın 1920’lerde yaptığı çalışmalara dayanan bir yaklaşımın yol açıcı olduğuna inanıyorum. Başlangıç noktaları, fiziksel bilimin bize maddenin aslında ne olduğunu açıklayamamasıydı.

Bu biraz tuhaf görünebilir ancak fiziğin bize maddenin davranışı hakkında bilgi vermekle sınırlı olduğu görülüyor. Örneğin, maddenin kütlesi ve yükü vardır ve bu özellikler tamamen davranış açısından (çekim, itme ve ivmelenmeye karşı direnç) karakterize edilir. Fizik bize filozofların “maddenin içsel doğası” dedikleri şey hakkında, maddenin kendi içinde nasıl olduğu hakkında hiçbir şey söylemez.

Böylece, görünüşe göre, bilimsel dünya görüşümüzde büyük bir boşluk vardır. Fizik bizi maddenin gerçekte ne olduğu hakkında tamamen karanlıkta bırakır. Russell ve Eddington’ın önerisi, bu boşluğu bilinç ile doldurmaktı.

Sonuç, bilincin fiziksel dünyanın temel ve her yerde bulunan bir özelliği olduğuna dair eski antik bir görüş olan bir tür “panpsişizm”dir. Ancak panpsişizmin “yeni dalgası”, bu görüşün önceki biçimlerinin mistik çağrışımlarından yoksundur. Sadece (spiritüel ve doğaüstü olmayan) madde vardır fakat madde iki açıdan tanımlanabilir. Fizik bilimi maddeyi onun davranışına bakarak “dışarıdan” tanımlar; ancak madde “içeriden” bakıldığında bilinç formlarından oluşur.

Bu, zihnin madde olduğu ve hatta temel parçacıkların bile inanılmaz derecede temel bilinç formları sergilediği anlamına gelir. Bu fikri bir kenara atmadan önce şunu düşünün: Bilinç, karmaşıklık bakımından farklılık gösterebilir. Bir atın bilinçli deneyiminin bir insanın bilinçli deneyiminden çok daha az karmaşık olduğunu ve bir tavşanın bilinçli deneyiminin bir atın bilinçli deneyiminden daha az sofistike olduğunu düşünmek için iyi nedenlerimiz var. Organizmalar basitleştikçe bilincin aniden kapandığı bir nokta olabilir ancak aynı zamanda sadece azalması ama asla tamamen yok olmaması da mümkündür. Bu da bir elektronda bile küçük bir bilinç unsuru var demektir.

Panpsişizmin bize önerdiği şey, bilinci bilimsel dünya görüşümüze entegre etmenin basit ve zarif bir yoludur. Kesin konuşmak gerekirse bu test edilemez; bilincin gözlemlenemeyen doğası, salt ilişkilerin ötesine geçen herhangi bir bilinç teorisinin kesinlikle test edilebilir olmamasını gerektirir. Fakat ben bunun en iyi açıklamaya yönelik bir tür çıkarımla gerekçelendirilebileceğine inanıyorum: Panpsişizm, bilincin bilimsel hikayemize nasıl uyduğuna dair en basit teoridir.

Mevcut bilimsel yaklaşımımız (ilişkiler hariç) hiçbir teori sunmazken bilincin ruhta olduğunu iddia eden geleneksel alternatif, zihin ve bedenin ayrı olduğu savurgan bir doğa resmine yol açar. Panpsişizm bu her iki aşırılıktan da kaçınır ve bu nedenle önde gelen nörobilimcilerimizden bazıları onu bir bilinç bilimi inşa etmek için en iyi çerçeve olarak benimsemektedir.

Bir gün bilinç bilimine sahip olacağımız konusunda optimistim fakat bu, bugün bildiğimiz anlamda bir bilim olmayacaktır. Bunun için bir devrim için ne gerekiyorsa o gereklidir ve bu devrim yola çıktı.

Philip Goff – “Science as we know it can’t explain consciousness – but a revolution is coming”, (Erişim Tarihi: 11.06.2023)


Çevirmen: Mustafa Calp

Çeviri Editörü: Beyza Nur Doğan

Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü son sınıf öğrencisi. İlgi alanı zihin felsefesi ve Daniel Dennett ile Paul Churchland'ın bilinç ile ilgili görüşleri üzerine çalışıyor. Felsefede ilgisini en çok çeken konu ise bilincin gizemi.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Şizofreniyi Anlamak: R. D. Laing’in Bölünmüş Benlik Fikri – Klejton Cikaj

Sonraki Gönderi

Gazali: İslam’ın Altın Çağının Filozofu – Luke Dunne

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü