Bilim + Din – Tom McLeish

Bilim ve din karşıtlığı düşüncenin önünde bir bariyerdir. Her biri, diğeri için tehditten ziyade armağandır.

/
1164 Okunma
Okunma süresi: 18 Dakika

Steven Shapin’in kitabı Bilimsel Devrim’in (1996) ilk cümlelerini tekrarlamak gerekirse, bilim-din çatışması diye bir şey yoktur ve bu yazı da bununla ilgili. Ancak bu yazı, “çatışma anlatısı” ile ilgili değil – ki bu konuyla ilgili tarihçilerin, sosyologların ve filozofların olduğu kadar bilim insanlarının da birçok iyi yazısı bulunmaktadır. Bilim tarihinin dini baskının zincirlerinden özgür düşüncenin hüküm sürdüğü güneşli seküler bir dünyaya devamlı bir kaçış mücadelesi olarak düzgünce nitelendirme (birkaç bilimi insanı açıkça böyle ifade etse de hiçbir tarihçi böyle düşünmez) yanılgısına düşen okuyucular, Peter Harrison’un ustaca yazılmış Bilimin ve Dinin Alanları (2015) kitabına başvurabilir ya da Ronald Numbers tarafından nefisçe düzenlenmiş Galileo Hapse Düşüyor Ve Din Ve Bilimle Alakalı Diğer Mitler (Galileo Goes to Jail and Other Myths about Science and Religion 2009) cildine dalabilirler.

Benzer şekilde, teolojik ve bilimsel metodolojilerin ve hakikat iddialarının mecburi olarak felsefi ya da rasyonel bir çatışma içerisinde olduğu varsayımlarına, Alister McGrath’in İnsan Mantığının Alanları (2019) ya da Andrew Torrance ve Thomas McCall’ın düzenlenmiş Yaratılışı Bilmek (2018) kitapları ile karşı çıkılabilir. Kaçınılmaz çatışmanın “alternatif tarih”inin Geç Viktoryen dönemi kökenleri kendi başına büyüleyici ama aynı zamanda 20. yüzyılda hem seküler hem dini topluluklar içindeki kamusal ve eğitim söylemleri yoluyla fazla çoğaldığı için zarar vericidir. Bu da tarihçi James Ungureanu’nun Bilim, Din ve Protestan Geleneği (2019) isimli yeni ve etkileyici çalışmasının konusudur. Sonuç olarak, bilim insanlarının, mantığın zorlamasıyla, teist olmayan dünya görüşleri benimsemeleri gerektiği varsayımı, Sekülerlik ve Bilim (2019) isimli yeni bir kitapta da yayınlanan Elaine Eklund’un geniş araştırması gibi yeni ve küresel sosyal bilimler tarafından çürütülmüştür.

Her şey iyi hoş; yani bilimin tarihi, felsefesi ve sosyolojisi, hepimizin büyürken dinlediği bu zıtlığın anlatıldığı medya masallarından ve lise hikayelerinden daha zengin ve ilgi çekici. Özellikle o tarafa doğru daha az çalışma olduğu için “yani ne olmuş?” sorusunu sormak için iyi bir zaman gibi görünüyor. Eğer İslam, Musevi ve Hristiyan teolojileri günümüz bilimsel metodolojilerinin inşasında bariz şekilde merkezi bir rol oynadılarsa, o zaman böyle bir yeniden değerlendirmenin modern dünyamızda bilimin oynadığı rolün gelişimi ile ilgili ne anlama gelebilir? Dini topluluklar, özellikle “gerçek-ötesi” siyasi düzende, bilimi hangi yollarla destekleyebilir? Bilimin ve dinin yeniden düşünülmesi, Atlantik’in iki tarafında da acı çeken bilimsel-eğitimsel tartışmalara ve “bilimsel-okuryazarlık” üzerine ortaya çıkmaya başlayan uluslararası tartışmalara nasıl anlamlar ve kaynaklar sağlayabilir?

Burada, birbirini izleyen bu soruları hangi yönlere götürebileceğimizi araştırmak istiyorum. Üç perspektif, düşünmek için bir dizi yeni kaynaklar önerecektir: teoloji disiplininin kendisi tarafından sağlanan eleştirel araçlar (tamamen seküler bir bağlamda olsa bile), antik ve modern-öncesi yazıların yeniden değerlendirilmesi ve bazı post-modern felsefe ve sosyolojinin cevaplanmamış sorularına ve çıkmazlarına yeni bir bakış açısı. Sırasıyla bunların, bilim ve teknoloji ile alakalı olarak dini toplumların nasıl şekillenmesi gerektiğini önererek bitireceğim.

Mütevazı “ve” bağlacı, “teoloji ve bilim” tartışmasını şekillendirmede ilk göründüğünden daha da çok işe yarar. Atıf yaptığı şeylerin, sınırlı olarak birbirleriyle kesiştiğini (“kuzey” ve “güney” gibi) ima ederek üstü kapalı şekilde aynı kategoriye ait olduğunu varsayar (“kırmızı” ve “mavi” gibi) ve tartışmayı zaten zıtlaşmalı olan bir ön yargıya saptırabilir (“liberal” ve “muhafazakar” gibi). Yine de hem bilim hem de teoloji sınırlara direnir, ikisinin de her konuda söyleyeceği şeyler vardır. Bilim tarihine ve felsefesine, aynı zamanda da teolojinin kültürel anlatılarına daha adil davranan diğer bağlaçların olması da mümkündür. Uygun soru şu hale geldiğinde ise güçlü bir aday “-ın” ekidir: “Bilimin teolojisi nedir?” ve bu soruyu tamamlayan “Teolojinin bilimi nedir?”

“…’nın teolojisi” yapısı bir teleoloji anlatısı, bir amaç hikayesi anlatır. “Bilim teolojisi,” bir ya da birden fazla geleneğin dini anlatısı içinde, bilimin çalışmalarının ne için olduğunu açıklar. “…’nın teolojisi” türünde, mesela müziğe – bkz. James Begbie’nin Teoloji, Müzik ve Zaman (2000) – ve sanata – bkz. Nicholas Wolterstorff’un Eylemdeki Sanat (1997) – yönelik örnekler olmuştur. Teolojik kaynaklar kullanarak kültürel bir sanatın teleolojisini çalışmak, o teolojiyle kişisel bir bağ olduğu anlamına gelmediğini unutmamak gerekir – bu, amaçla ilgili akademik düşünme ihtiyacına basitçe yanıt da olabilir. Örneğin, Begbie, müziğin insan deneyiminin zamanla arasındaki ilişkide oynadığı rolü araştırırken Wolterstorff, kamusal alanların görsel estetiğine doğru bir sorumluluğu keşfediyor. Her iki durumda da teolojinin, bir kapasite veya çabayla ilgili olarak temel insan amaç, değer ve etik deneyimini ele alan bir dizi önemli aracı elinde tuttuğunu görüyoruz.

İlginç şekilde, bilimin bugün yaşadığı toplumsal kafa karışıklıklarının bazıları, bilimin kültürel anlatısının kaybolmasından, yetersiz kalmasından veya hatta zarar görmesinden kaynaklı gibi görünüyor. Bilimin ne için olduğunu tasvir eden bir anlatının eksikliği yerini,  çoğu hükümet politikalarının sadece ekonomik çerçevesi gibi, kişisel veya toplu hizipçi anlayışa bırakır. Aynı zamanda eğitim sularını da bulandırarak bilim oluşumuna aşırı araçsal şekilde bakılmasına sebep olur. Başka bir yerde “bilimin teolojisi”nin neye benzediği konusunda açıklık getirmeye yönelik uzun bir argüman üretmeye çalıştım ancak bunun özeti bile bu türden bir geç-modern teolojik projenin gerektirdiği (eski olsa da) taze kaynakların örnekleriyle başlamalıdır.

“Merkezsizleştiren” bir yazı, “öteki”ne merak ve korkuyla bakarak insanı dünyanın dışına koyar.

İlk hammaddenin kaynağı için işaret, Neo-Kantçı Berlinli filozof Susan Neiman’dan geliyor. Dikkate değer bir yazısında Batı felsefesini, birkaç sebepten ötürü, Platon’un yanında bir kaynağı – kutsal Eyüp Kitabı’nı – da kabul etmeye zorluyor. Bu antik Semitik yazı, insan zihninin ve ıstırabının maddi dünya ile olan ilişkisinin anlatımına benzersiz bir başlangıç noktasıdır. Çoktandır antik edebiyatın bir şaheseri olarak kabul edilen Eyüp Kitabı, yüzyıllarca bilim insanlarının aynı ölçüde hem ilgisini çekmiş hem de kafalarını karıştırmıştır ve hala da canlı bir çalışma alanıdır. Bu metnin önde gelen ve ömür boyu çalışmasını yapmış David Clines, Eyüp Kitabı’nı “Eski Ahit’in teolojik ve entelektüel olarak en yoğun kitabıdır” diye anlatır. Büyük Basileios’tan Emmanuel Levinas’a kadar yüzlerce yıllık farklı görüş ve felsefeden yorumcuları etkileyen bu metnin bilimin teolojisiyle alakası, metnin sonlarına doğru Eyüp’ün şikayetlerine verilen şiirsel “Tanrı’nın Cevabı” kısmıyla hemen belli oluyor:

  • Ben dünyanın temelini atarken sen neredeydin?
  • Anlıyorsan söyle.
  • Kim saptadı onun ölçülerini? Kuşkusuz biliyorsun!
  • Karın ambarlarına girdin mi,
  • Dolunun ambarlarını gördün mü?

Yazar – Mezmurlar, Atasözleri ve Peygamberlerde bulunan gibi – yaratılıştan “düzen” aracılığıyla bahsettiği kadar sınırlar çizerek ve temeller oluşturarak da İbrani bilgelik şiirlerindeki temel yaratılış anlatısından malzeme çıkarıyor. Daha sonra, araştırma konusu hayvanlar alemine dalar ve “öteki”ne, yani büyük Behemoth ve Leviathan yaratıklarına, büyük merak ve korkuyla bakarak insanı dünyanın dışına koyan “merkezsizleştiren” bir yazıyla da sona erer.

Metin, dünyanın öngörülemeyen taraflarının – yani kasırgaların, depremlerin, sellerin ve bilinmeyen büyük yaratıkların – tanınmasıdır. Günümüz bağlamında, Tanrı’nın Eyüp’e Cevabı’nda bugün kozmoloji, jeoloji, meteoroloji, astronomi, zooloji vs. adını verdiğimiz alanların asıl sorularının temel çerçevesini görüyoruz. Burada, maddi dünya ile yüzleşen insanlığın gerginliğine karşı ayrıntılara ve duyarlılığa olan akıllıca dikkatiyle, doğaya eşi benzeri olmayan kadim ve sorgulayıcı bir bakış açısı görüyoruz. Bu antik ve esrarengiz kaynaktan gelen ve zihni sorgulayıcı bir ilişkiye iten çağrı, insanın doğayla olan ilişkisindeki amaç sorularını, günümüz söylemine gelen kısıtlamanın da dokunmadığı kültürel bir derinlikten besler.

Tarihsel kaynaklardan faydalanmak başka bir şekilde de yararlıdır. Her çağın felsefesi, açıkça belli olduğu kabul edildiği için eleştirel yaklaşıma maruz kalmayan kendi üstü kapalı varsayımlarını da içerir. Bu açıdan, teolojik düşünceden yararlanan ve bilim için insanın gayesiyle alakalı olan bir planda, bu konunun akademik olarak gelişmiş olduğu dönemlerdeki, mesela 13. ve 17. yüzyılların bilimsel Rönesanslarındaki, yazılardan yararlanılabilir. İki dönemde de ciddi bilimsel ilerlemeler – sırasıyla, gökkuşağı fenomenini geometrik optiklerin gelişmesiyle açıklanması ve günmerkezlilik, yani Dünya’nın ve diğer gezegenlerin Güneş’in etrafında döndüğü, fikrinin ortaya atılması gibi – görülmüştür. Üstelik, iki dönem de “doğa felsefesi”ni teolojiden kusursuz şekilde ayırsa da, ikisi arasında fikir alışverişini destekleyecek bir entelektüel atmosferde çalışılmasına teşvik etmiştir.

İlk dönemden bilgili ve öğretici olan ve birçok konuda fikri olan bir düşünür de Robert Grosseteste’dir. 1220’lerde Oxford Fransiskanlarının hocası ve 1235’ten ölümüne kadar Lincoln’ün başpiskoposu olan Grosseteste; ışık, renk, ses ve gök kubbe hakkında oldukça matematiksel yazılar yazdı. Erken dönem Arapların Aristoteles üzerine yaptıkları aktarımlar ve yorumlardan yararlanmasına rağmen antik filozofun mirasının da çok ötesinde konular geliştirdi (mesela, ışığın kırılmasının gökkuşağına sebep olduğunu belirleyen ilk kişiydi). Aynı zamanda astronomi, mekanik ve hepsinden önemlisi optik üzerine yapılan çalışmalar sayesinde modern bilimin temelinin atılmasına yol açan Avrupa doğa felsefesinin yeniden uyanmasıyla alakalı bir Hristiyan felsefesi geliştirdi.

İkinci Analitikler üzerine Yorumlamalar (İkinci Analitikler, Aristoteles’in kendi bilimsel metodunun en detaylı açıklamasıdır) kitabında Grosseteste, Hristiyanlığın Yaratılış, Düşüş ve Bağışlanma anlatısının içine aynı zamanda sofistike bir bilimin teolojik felsefesi yerleştirir. Düşüş’ün, yüksek entelektüel güçlere olan etkisine ilişkin eski bir metaforu bir “uykuya dalma” olarak kullanarak özellikle basit duyuların da dahil olduğu basit yetilerin, yüksek yetilere oranla günahkar insan doğasından daha az etkilendiğini savunuyor. Yani, yeniden aydınlanma oradan başlamalı:

“Sadece yozlaşabilen bireysel şeyleri kavrayan, insan güçlerinin en zayıfı olan duyu algısı hayatta kaldığından dolayı, hayal gücü ve hafıza ayakta kalır, ve en nihayetinde yozlaşamayan şeyleri, evrensel şeyleri, ilk özleri kavrayabilen insanların en asil gücü olan idrak yetisi ayakta kalır!”

İnsanların yetileri aracılığıyla doğanın yeniden bir parçaları olmaları, doğayla ilgili potansiyel bilgi elde etmeleri, teolojik iyileşme planına katılım olur. Üstelik, bunun mümkün olmasının sebebi de yaratılan dünyayla olan bu ilişkinin aynı zamanda insanların, kutsal aydınlanmayla karşılaşmayı aradıkları yerle bağlantı noktası olması.

Bilimdeki bugün bildiğimiz haldeki deneylemenin kendisi, mantık dışı bir sapmadır.

Eyüp gibi geleneklerden de yararlanarak, insanların gerçeklikle olan ilişkisinde bir şeylerin eksik, zarar görmüş ya da “çığırından çıkmış” olduğu ve insanların fiziksel dünyayı sorgulamada soru sorma temelli ve rasyonel olduğu fikri, bunun zıddına çevrilmesi yönündeki bir adımı oluşturur, Orta Çağ düşüncesi ile erken modern düşüncenin arasında bir devamlılık bağını temsil eder. Francis Bacon’ın 17. yüzyıldaki yeni “deneysel felsefe”sinin çerçevesi de teolojik olarak, bariz şekilde olmasa da, Grosseteste’nin çerçevesini başlangıç noktası olarak alır. Bacon’ın Novum Organum eserinde de belirtildiği üzere, verilerin, mantık ya da hayal gücüyle algılanmasındansa İncil ve Orta Çağ geleneğiyle algılanmasının daha güvenilir olduğu fikri “deneysel yöntem”inin temelini oluşturur.

Bilimdeki bugün bildiğimiz haldeki deneylemenin kendisi; antik, Rönesans ve Orta Çağ doğa filozoflarının bu deneylemeyi benimseyemedikleri için tecrübeye dayanarak eleştirilmelerine rağmen mantık dışı bir sapmadır. Ancak, bir insanın doğanın işleyişi hakkındaki genel bir şeyi, bir deneyin temelini oluşturabilecek kadar spesifik ve yapay eylemler ile de öğrenebileceği düşüncesi, Royal Society’nin[1] kurulmasına rağmen o kadar aşikar değildi. 17. yüzyıl filozofu Margaret Canevdish, Observations upon Experimental Philosophy (Deneysel Felsefe Üzerine Görüşler; 1668) kitabında bu eleştirmenlerin önde gelenlerinden biri olmuştur:

Çünkü doğal bir insan, bir insanın yapay bir heykelinden ya da resminden ne kadar farklıysa, doğal etkiler de yapay etkilerden o kadar farklıdır…

Belki biraz çelişkili olarak, Cavendish’in eleştirisine karşı galip gelen mantık dışı bu adımı motive eden şey, Orta Çağ ve erken modern bilimin teleolojisinin teolojik olarak bilinçli tasavvuruydu.

20. yüzyıldaki “post-modern” felsefi düşüncenin çoğunun ve bu düşüncelerin öncüllerinin en iyi durumda bilimle hiç bağlantısı yok gibi görünüyor, en kötü durumda ise gerçek dünyanın varlığı ve insanların bu dünyanın varlığını yansıtarak konuşabilme yetenekleri gibi doğa biliminin kurulduğu temellere saldırıyor. 1990’ların “bilim savaşları” adı altındaki ara sıra olan çatışmalar (“Sokal sorunu” ve devamında gelen fizikçi Alan Sokal ve filozof Jacques Derrida arasındaki terslik gibi), uzlaştırılamayacak bir anlaşmazlık ortaya koydu. Üstünkörü bir değerlendirme; iki tarafta da görülen “entelektüel düzenbazlık” ve “eleştirel olmayan toyluk” suçlamalarının, geç modern dönemin fen bilimlerinin ve sosyal bilimlerinin bölünmüş entelektüel dünyası içindeki çatışmanın, F.R. Leavis ve C.P. Snow’un daha önceki “iki kültür” çatışmasının basitçe bir dışavurumu olduğu sonucuna ulaşabilir. Yine de uzun ve teolojik olarak bilinçli yazdığımız bu hikayenin ışığında, bilimin başlıca post-modern felsefi konuları ile olan ilişkisi oldukça farklı görünüyor.

Søren Kierkegaard ve Albert Camus “absürt” kavramının, insanların anlam arayışı ile dünyadaki anlamsızlık arasındaki uçurum olduğunu yazdılar. Levinas ve Jean-Paul Sartre, insanlığın düpedüz, temel varoluşla yüzleşmesinden kaynaklı olan “bulantı”yı yazdı. Derrida ve Ferdinand de Saussure, insanların anlatılamayanı anlatma arzusunun açmazını différance olarak bir çerçeveye koydular. Hannah Arendt, İnsanlık Durumu (1958) isimli kitabına, insanlı uzay uçuşunun ibretlik anlamı üzerine düşüncelerle başlar ve modernizmin tarihinin, insanları konukseverlikten uzaklaşmış olan dünyadan uzaklaştığını, yani “dünya yabancılaşması” çektiğimizi, söyleyerek son verir. Bu düşünürlerin ortak yönlerinin, yani insanlığın dünya ile olan uzlaşmazlık yönünün, modern dönemde ilk defa ifade edilmesi, Immanuel Kant’ın Yargı Gücünün Eleştirisi (1790) isimli kitabındandır:

Søren Kierkegaard (1813-1855)

Mantıklı olarak doğal kavramının alemi ile duygusal olarak özgürlük kavramının alemi arasında sabitlenmiş büyük bir uçurum vardır; öyle ki ilkinden ikincisine, mantığın teorik kullanımı ile geçilmesi mümkün değildir.

Kant’ın, insanların dünyayla tekrar bir araya gelebilmeleri için yalnızca mantıktan daha fazlasına gerek olduğu teşhisi, George Steiner’da da kendisini gösteriyor. Real Presences (Gerçek Mevcudiyetler; 1989), geç modern edebiyatın kaynaklarla ve anlamla ilişkisini kesmesi üzerine kısa ama gürültülü bir ağıt gibi olan, eserinde bu çıkmaz durumdan muhtemel çözüme bakar:

Sadece sanat, bir miktar da olsa ifade edilebilme yeteneği aracılığıyla, maddenin salt insan-dışı ötekiliğini erişilebilir hale getirmede yol katedebilir.

Steiner’ın dili, söz dizimsel olarak dini seslerle doludur çünkü din, yani religion, kelimesi etimolojik olarak Latincede “bağ” veya “bağlanmış” anlamına sahip olan re-ligio’dan gelmektedir, dolayısıyla da kökünde kırılan şeyi yeniden birleştirmek anlamına gelir. Yine de sanatta olduğu gibi fen bilimlerini, sosyal bilimler ile aynı ilişkide konumlandırmaya hazır olduğumuzda fen bilimleri, “maddenin salt insan-dışı ötekiliğini erişebilir hale getirme” çerçevesine rahatça uyar. Peki, üstüne daha da düşünürsek, bilim başka ne yapar?

Doğayı teknoloji aracılığıyla kontrol etmenin modernist hayali kayaya çarptı

Her ne kadar hem teoloji hem de felsefe, insanların dünyayla olan ilişkilerindeki bu kopukluk ve kafa karışıklığı noktasında artık alakasız olmakla suçlansa da, günümüzdeki hayati önem arz eden bilimsel ve teknolojik tartışmalar gösteriyor ki teoloji de felsefe de hala gayet doğrular. İklim değişimi, aşılar, yapay zeka ve bunlar gibi daha nice konular, toplumsal ve siyasi söylemlerin kalitesinde Aydınlanma değerleri hariç herhangi bir şey ile ölçülüyorlar. Filozof Jean-Pierre Dupuy, 2010 yılında yapılan nanoteknoloji ile ilgili kamusal tartışmaların anlatılarının analizini kullanan Avrupa merkezli bir proje hakkında yorum yaparak, bu söylemlerin hem modern hem de antik “umutsuzluk anlatıları”ndan yararlanarak “sıkıntılı teknolojiler” ile ilgili herhangi bir tartışmada, fark edilmediği sürece kamuoyundan işe yarar bir fikir almayı imkansız hale getiren, bir karmaşıklık yarattıklarını gösterdi.

Araştırma takımı, bu anlatıları şöyle isimlendirdi:

  • (1) Ne dilediğine dikkat et – arzulama anlatısı;
  • (2) Pandora’nın Kutusu – kötülük ve umut anlatısı;
  • (3) Doğayla uğraşmak – kutsal olanın anlatısı;
  • (4) Karanlıkta tutulma – yabancılaşmanın anlatısı; ve
  • (5) zengin daha da zenginleşirken fakirin daha da fakirleşmesi – sömürünün anlatısı.

Bu karanlık ve yabancılaşmış hikayeler, bilimin kamusal çerçevesinin derinliklerinde tekrar tekrar ortaya çıksa da hala fikirlere ve politikalara yön veriyor. Genetiği değiştirilmiş organizmaların sürekli karmaşık durumu, buna başka bir örnektir. Bu altta yatan ve çerçeve oluşturan hikayelerin hiçbirisi, bilimin tarihindeki teolojik kaynaklardan yararlanmaz, ancak hepsi de post-modern düşüncenin absürtlüğünü, yabancılaşmasını ve uzlaşmasını gösterir.

2007 yılında çevrecilik hakkında yazmış olan Bruno Latour’un; doğayı teknoloji aracılığıyla kontrol etmenin modernist hayalinin, giderek daha da derinleşen ve problemli hale gelen ve bizim dünyadan çekilmemizi önleyen karışıklıkların kayasına çarptığını göstererek Pandora’nın Kutusu anlatısını yeniden ele alması belki de şaşılacak bir şey değildir. Ama daha sonra, Latour şaşılacak bir hareket yapıyor: bu çevresel çıkmazdan bir çıkış yolu olarak ustalık, teknoloji ve teoloji arasındaki bağın yeniden incelenmesi için çağrıda bulundu.

Latour’un bu çağrısına gelen bir cevap hangi biçimlerde olurdu? Birincisi, bilime ve kanıta dayalı düşünceye yönelik günah çıkarma sesinin, yalnızca bilimi bir tehditten ziyade bir armağan olarak anlayan bir teolojinin derin temellerine dayandığında sahip olabileceği hakikatin güçlü ama nazikçe tekrar edilmesidir. Texaslı iklim bilimci Katharine Hayhoe’nun iklim değişiminin ABD’de ciddiye alınması yönünde bu kadar güçlü bir taraf olmasının bir sebebi de çevreye verilmesi gerekilen önemi, açıkça teolojik argümanlar kullanarak seküler seslere kapalı olan insanlara anlatabiliyor olmasıdır.

Dini toplulukların, bilimle sağlıklı bir ilişkiyi destekleyebileceğine dair taban kesimden daha da fazla örnek var. Yerel hareketler, birçok insan için bilimin bir karakteristik özelliği haline gelmiş yabancılaşmanın ve korkunun bir kısmını çözebilir. 2010’da İngiltere’nin Leeds şehrindeki bir grup yerel kilise, antik bir teleskoptan orada oturan birinin dedesinin yaptığı erken dönem renkli televizyona ait devre levhasına kadar insanların kendilerinin ve ailelerinin hikayeleri ve bu hikayelerle alakalı nesneleri paylaşmalarını teşvik edecek bir bilim festivali tertip etti. Birleşik Krallıkta “Bilimin Çağında Hristiyan Liderliği Donatmak” genel başlığı altındaki muhtelif bir hareket; yerel kiliselerin, bilimin inanca bir tehditten ziyade yaratıcı bir hediye olduğuna dair doğal bir empati beslediğini buldu.

Ulusal düzeyde son beş yılda, Birleşik Krallıktaki kıdemli kilise liderlerini güncel bilimsel konularla ve bu konuların araştırmacılarıyla buluşturan dikkate değer bir proje görüldü. Resmî olarak tanınan bir kilisesi olan ülkenin ulusal politik süreçlerdeki sesinin bilimsel olması şarttır. Daha önce hiçbir dini arka planı olmayan bilim insanlarının da dahil olduğu projenin katılımcıları, hidrolik kırılmalardan yapay zekaya kadar birçok konuda ileriye yönelik etik yollarla ilgili tartışmalara kaynak yaratmada bilim, teoloji ve topluluk liderliğinin birleşimini benzersiz bir şekilde güçlü buldular.

İnsanı maddi dünya ile uzlaştırma ihtiyacından bahseden ve antik bilgelikten yararlanan ilişkisel bir anlatı, daha sağlıklı toplumsal söylemlerin ve insanların, maddenin görünürde kaotik ve insan-dışı, yine de kendi geleceğimizin yanı sıra maddenin de tartışmamız gereken, doğası ile ilişkisinin tarihine sadık olan disiplinler arası eğitim projesinin inşa edilmesine yardımcı olur. “Bilim ve din” üzerine yeniden düşünmezsek, günümüz için çok önemli bir bilgelik kaynağını kaybetme riski taşıyoruz.

[1] Kurulduğu zaman adı The Royal Society of London for Improving Natural Knowledge (Doğal Bilgiyi Geliştirmek Amaçlı Londra Asil Topluluğu) olan bu topluluk, bilimi ve bilimin yararlarını desteklemek için İngiltere’de 1662 yılında kurulmuştur.


Tom McLeish- “Science + religion”, (Erişim Tarihi:29.09.2020) https://aeon.co/essays/its-not-science-vs-religion-but-each-one-via-the-other

Çevirmen: Çağan Fırtına

Çeviri Editörü: Berk Celayir


TOBB Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı'nı tamamladı, şu an ODTÜ İngiliz Edebiyatı yüksek lisans öğrencisidir. 18. yüzyıldan günümüze İngiliz edebiyatı en büyük tutkularından. Sosyoloji, psikoloji ve siyaset felsefesi ile akademik olarak ilgili. Orta seviye Almanca bilgisine sahip.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Tazminat – Michael Huemer

Sonraki Gönderi

Ahlaki Vejetaryenizm – Tyler Doggett (Stanford Encyclopedia of Philosophy)

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü