Birileri Başkalarından Daha Uzun Yaşıyorsa Ölüm Adaletli Değildir – Keith Frankish

//
1873 Okunma
Okunma süresi: 7 Dakika

İnsanlar arasında eşitsizlik var olmaya devam ettiği sürece, ölüm en büyük adalet olarak görülmüştür. Tıpki bizim gibi, zenginler ve güçlüler de kısacık gençliklerinin bittiğini kabullenmek zorunda kalarak sağlık ve dayanıklılıklarının da yakında tükendiğini ve tüm servetlerinden birkaç on yıl içinde vazgeçmek gerektiğini kabul etmek zorunda kalırlar. Daha iyi durumda olanların yoksullara göre ortalama olarak daha uzun yaşadığı bir gerçektir (2017’de İngiltere nüfusunun %10’unun en yoksul kesimden 7 yıldan 10 yıla kadar daha uzun ortalama yaşam beklentisi vardı.) çünkü yoksullar, zenginlerin yaşam süresini uzatabilen kaliteli sağlık hizmetlerine ulaşamazlar ve hastalık, kötü beslenme gibi yaşamı kısaltan etkilere daha fazla maruz kalırlar. İnsan hayatının kesin bir sınırı vardır, (hiç kimse İncil’de belirtildiği gibi *“üç ve on”u ile 52 yıldan fazla yaşamamıştır.) bahsettiğimiz bu sınıra yaklaşanlar ise bunu zenginlik ve statü değil şans ve genetiklerine borçludur. Bu kaçınılmaz gerçek; toplumumuzu, kültürümüzü ve dini anlayışımızı derin bir biçimde etkileyerek paylaştığımız insanlık duygusunun oluşumuna katkı sağlamıştır. Ultra zenginlerin imtiyazlı yaşamlarını küçümseyebilir veya kıskanabiliriz, ancak hepimiz onların da ölüm korkusunu ve sevdiğini kaybetmenin verdiği üzüntüsünü empati kurarak anlayabiliriz.

Yine de yakın zamanda bu dramatik bir biçimde değişebilir. Ölüm ve yaşlanma tüm canlılar için kaçınılmaz bir gerçek değildir. Mesela denizanasıyla akraba olan küçük bir tatlı su polipi olan su yılanı (hydra), şaşırtıcı bir şekilde “biyolojik ölümsüzlük” anlamına gelebilecek bir tür kendini yenileyebilme kapasitesine sahiptir. Bugünlerde bilim insanları yaşlanma ve biyolojik yenilenme mekanizmalarını anlamaya başladı (bu çeşitli hücresel süreçleri düzenleyen FOXO genlerinin işlevindeki bir faktör gibi görünüyor) ve insan yaşlanmasını tersine çevirme veya yavaşlatma araştırmalarına büyük miktarda yatırımlar yapılıyor. Bazı yaşlanma-karşıtı tedaviler çoktan klinik deneme aşamasında, yaşam uzatma beklentisi olanları çoşkusunu biraz tuzlasak da birkaç on yıl içerisinde insan ömrünü önemli ölçüde uzatacak teknolojiye sahip olacağız. Artık insan yaşamında değişmez, sabit bir limit olmayacak.

Söz konusu su yılanı (hydra)

Peki tüm bunların topluma ne gibi etkileri olacak? Linda Marsa’nın Aeon makalesinde işaret ettiği gibi, yaşam süresinin uzaması mevcut eşitsizliklerin büyümesi tehlikesini de beraberinde getirerek, en yeni uzun yaşam tedavisinin ücretini karşılayabileceklerin giderek daha uzun bir yaşam sürerek kaynakları stoklama ve herkes üzerindeki baskıyı arttırmalarına olanak sağlayabilir. Marsa, yaşlanma-karşıtı teknolojiye adil bir erişim imkanı sağlamazsak, köklü sosyal çatışmaları da beraberinde getirecek “uzun ömürlü olma” uçurumunun doğacağını öne sürüyor. Yaşamı uzatmak, ciddi bir düzensizlik getirecek.

Bana sorarsanız bu korku yerindedir ve ben bunun farklı bir yönüne dikkat çekmek istiyorum. Uzun ömürlü olma uçurumu, sadece yaşamın niceliğinde değil doğasında da bir değişiklik yaratacaktır. Yaşamın uzaması, hayatımız ve kendimiz hakkındaki düşünme tarzımızı değiştirerek, ona sahip olanlar ve olmayanlar arasında köklü bir psikolojik fark yaratacaktır.

Demek istediğim şey şu. Bizler esas olarak, bize miras kalanı koruyan ve onu bir sonraki kuşağa aktaran nakledicileriz. Biyolojik olarak bakıldığında bizler gen taşıyıcılarıyızdır, Richard Dawkins’in renkli tabiriyle, DNA’mızı doğal seleksiyon ile çoğaltmak için inşa edilmiş “devasa hantal robotlarız”. Diğer yandan kelimeler, fikirler, bilgi, araçlar, beceriler ve bunlara bezner kültürel miras taşıyıcılarıyız da, ve tüm medeniyetler birçok neslin bunları üst üste aşamalı bir biçimde biriktirmesi ve geliştirmesinin ürünüdür. Ancak bu görevlere ucu ucuna da bağlanmış değiliz. Öyle ki genlerimiz ve kültürümüz, doğrudan üreme ve kişisel çıkar içermeyen, hayatta kalma değeri de olmayan plan ve projeler geliştirebileceğimiz toplumlar yaratmamıza sağladı. (Psikolog Keith Stanovich’in söylediği gibi, biz devasa robotlar, bizi biz yapan genlerimize isyan da edebiliriz.) Tüketici, toplayıcı veya üretici olabiliriz; şehvetli arzularımıza izin verebilir, servet ve bilgi biriktirebilir, veya kendimizi sanat ve fiziksel aktiviteler yoluyla ifade edebiliriz. Tüm bunlara rağmen, zamının çabucak geçtiğini ve bir limiti olduğunu fark etiğimizde planlarımız, servetimiz ve hafızamızdakilerin kalıcı olmasını istiyorsak öldüğümüzde onları umursayacak ve onlara bakacak insanlar bulmalıyız. Ölüm, kendimizi en çok verdiğimiz şeyleri diğerlerine aktarmamızı sağlayacak bir tür aktarıcı olmamamızı teşvik eder. George Eliot’un Middlemarch (1871) romanını okuyanlar, ben-merkezli bilim insanı Edward Casaubon karakterini anımsayacaktır, ölümü yaklaştıkça çaresizce genç eşinden çalışmalarını devam ettirmesini umuyordu. Hayatlarımızın uzaması bunu değiştirecek. Uzun ömürlü olanlar benzer bir fanilik hissine kapılmayacaklar. Değerli yıllarını boşa harcayıp harcamadıklarını düşünerek endişelenmeden kendilerini şımartabilecekler, çünkü boş ve anlamsız şeylerle de ilgilenebilmek için bolca zamanları olacak. Yine muhtemelen planlarını başkaları ile paylaşmak için aceleci davranmak zorunda hissetmeyecekler, bu planları daha uzun yıllar ellerinde tutabileceklerini de bilerek mal mülkün yanı sıra daha çok bilgi ve kültür sahibi olabilecekler. Yaşlılık ve ölümün yakında tüm bu çabaları baltalayacağından endişelenmeksizin kendilerini mükemmelleştirmeye takıntılı olabilir; zihinsel becerilerini, bedenlerini ve estetik duyarlılıklarını geliştirmek için yıllarını harcayabilirlerdi.

Diğer yandan kendilerini doğal yaşam süresine sahip olanlardan daha üstün de hissedebilirler. Uzun ömürlerini de son derece lüks bir ev veya yat gibi yüksek statü sembolü olarak görebilirlerdi. Kendilerini daha da derinden önemli ve değerli hissedebilirler. Filozof Daniel Dennett benliği bir tür kurgu olarak tanımlıyor; davranışlarımız, deneyimlerimiz, dürtülerimiz, planlarımız ve kariyerlerimiz gelişmekte olan hikayemizin bir tür tasavvur edilişi, dışavurumu gibi. Bu anlatılar aslında bölümlenmiş beyin sisteminin bir koleksiyonu olarak hemencecik oluşturulur ancak biz bunları kalıcı benliğin bütünlüklü bir raporu olarak da yorumlarız. Uzun ömürlü olanlar kendi geliştirme ve yetiştirmeyle dolu yaşam öykülerini çok daha az kayıp ve keder olayları içerecek biçimde daha zengin içerikli ve daha iyimser bir hale döndürebilirler (sevdiklerini de yaşamlarını uzattıklarını varsayarsak). Neticede bu baştan çıkarıcı çok seslilikteki asıl anlatıcı olan kendilerini, kısa hayatlar yaşayan; anlattıkları da kısa ve dramatik hikayelerden ibaret olan kişilerden daha değerli görürler.

Elbette uzun ömürlü zenginler bile nihayetinde kendi ölümleriyle yüzleşmek zorunda kalacaklar, ancak onlarca yıl boyunca yalnızca aktarıcı olmaktan ziyade kendi hayatlarına sahip olanlar ve üreticiler (possessors and accumulator) olarak da yaşayabilecekler.

Modern Batı toplumunun bireyci standartlarına göre, yaşamını uzatamayanlar üzerinde epey fazla imtiyazlara sahip olacaklar, hatta neredeyse uzaylı bir türün üyeleri kadar. Yoksullaşan kısa hayatlıların, uzatılmış hayatlıların zevk ve sefa düşkünlüğüne karşı ayağa kalkmasını anlatan vurucu senaryoları hayal etmek zor değil. Fritz Lang’nin Metropolis (1927) filmi bunu kahince gösterecekti.

Ancak bunlar yaşamlarımızı uzatmamamızın kaçınılmaz bir biçimde kötü bir şey olacağı anlamına gelmez. Önemli olan uzatılmış yaşamlarımızla ne yaptığımızdır. Asıl tehlike, ölümün sağladığı vurdumduymazlık/rahatına düşkünlük denetiminin ortadan kalkması ve yok olmasının yaratacağı yeni derin eşitsizlikte yatıyor. Belki de yaşam-uzatma teknolojilerini geniş çapta erişilebilir hale getirerek son bahsettiğimiz problemi biraz da olsa hafifletebiliriz, ancak bu seferde bu uygulama, nüfus patlaması ve kaynakların tükenmesi risklerini beraberinde getirecektir. Her durumda, istikrarlı bir toplum yaratmak istiyorsak ölümün etkisini azaltmanın zararını dengeleyecek bir yol bulmamız, tevazunun anlamını ve paylaşılan insanlık duygusunu korumamız ve teşvik etmemiz lazım.

*Çevirmen Notu: İncil’de “Üç” sayısı 10 ve “On” sayısı ise 70 yıl anlamında kullanılabilmektedir. Bu, Mezmurlar bölümünde yer alan insan hayatının ne kadar sürdüğünün bir sınırı olduğu ile ilgili deyim veya anlatıdır.

Keith Frankish- “Death is no leveller if some live much longer than others”, (Erişim Tarihi: 13.06.2020), Erişim Kaynağı: https://aeon.co/ideas/death-is-no-leveller-if-some-live-much-longer-than-others

Çevirmen: Taner Beyter

Çeviri Editörü: Can Kalender

Ankara Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nü bitirdi, Felsefe master eğitimine ise ara verdi. Etik, epistemoloji, din felsefesi ve metafelsefe ile ilgilenir. Evli olup öğretmenlik mesleğine devam etmektedir.   

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Muhafazakarlar Neden Immanuel Kant’tan Hoşlanmıyor? – Matt McManus

Sonraki Gönderi

Diğer Zihinleri Anlayabilir Miyiz? Romanlar ve Hikâyeler Hayır Diyor – Kanta Dihal

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü