Hegel ve Marx’ın Ortak Noktası Nedir? – Baran Barlas

Hegel'in yazılarının Karl Marx'ın felsefesi üzerinde güçlü bir etkisi olmuştur. Hegel ve Marx'ın payda olduğu kavramlara, özellikle de "diyalektik" kavramına daha yakından bakıldığında, aralarındaki kompleks bağlantı ortaya çıkmaktadır.

/
5879 Okunma
Okunma süresi: 11 Dakika

Georg Wilhelm Friedrich Hegel ve Karl Marx sık sık birlikte anılan iki önemli 19. yüzyıl Alman filozofudur. Bunun başlıca nedeni Hegel’in Marx üzerinde bilinen meşhur bir etkiye sahip olmasıdır. Her iki filozof da insanlık tarihinin altında yatan dinamiklere yönelik teori üretmiştir. Karl Marx’ın erken entelektüel döneminde bir tür Hegelci olduğunu söylemek doğru olur; bununla birlikte Marx’ın felsefesinin Hegel’inkinin tam tersi olduğu da sıklıkla söylenir. Diyalektik; Hegel ve Marx arasındaki ilişkiyi tam olarak anlamak için anahtar kavram olarak öne çıkmaktadır.

Hegel ve Marx: Bir Madalyonun İki Yüzü mü?

Marksizm üzerine çalışan çoğu kişi muhtemelen şu popüler cümleyle karşılaşmıştır: “Marx, Hegel’in felsefesini ters yüz etmiştir.” Bu sonuç, Marx’ın Hegel’in idealist felsefesini materyalist bir şekilde yeniden inşa etmesinin oldukça yüzeysel bir tasvirinden türetilmiştir. Marx’ın Kapital: Cilt 1’den yaptığı gerçek bir alıntıya dayandığı için bu ifadeye karşı çıkmak zordur.

Her ne kadar aşırı bir basitleştirme olsa da bu temel fikirde doğruluk payı vardır. Marx, en azından Genç Hegelcilerden biri olduğu dönemde Hegel’in takipçisiydi. Daha sonra kendi düşüncesini Hegel’in felsefesinin yorumu ve eleştirisi üzerinden inşa etti. Peki Marx gerçekten Hegel’in felsefesini ters yüz etti mi? Neden Hegel’in felsefesini baş aşağı olarak algıladı? Marx’ın Hegel eleştirisi sağlam mıydı? Marx’ın felsefesinde Hegelci izler var mıdır? Bunlar, bu makalenin yanıtlamaya çalışacağı sorulardan bazılarıdır.
Eğer Marx Hegel’in felsefesini ters yüz ettiyse, bu onun Hegel’in felsefesini basitçe reddetmediği anlamına gelir. Marx, Hegel’in fikirlerinden yararlanmış ancak bunu tersine bir yöntemle yapmıştır. Sonuçta, her iki filozofun da teorilerindeki nihai hedef insan özgürlüğüydü, ancak buna farklı yollarla ulaşılacağına inanıyorlardı. İki felsefenin ana hatlarına bakıldığında bile benzerlikler görülebilir. Her iki filozof da insanlık tarihindeki gelişim kalıplarını incelemiş ve bu yolla modern toplumu anlamaya çalışmışlardır. Marx daha da ileri gitmiş ve toplumların ilerlemesi için ne yapılması gerektiğini bulmak amacıyla bu tarih kalıplarına uygun bir teori üretmiştir. Öte yandan Hegel, Marx’ın komünizmi gibi bir ideali rasyonel olarak hedefleyemeyeceğimize, tarihsel ilerlemenin kendiliğinden, doğal olarak gerçekleştiğine inanır. Kullandıkları ters diyalektik yöntemler felsefeye biçtikleri rollere de yansımaktadır.

Felsefenin Rolü Üzerine Hegel ve Marx

Marx’ın Hegel’le karşı karşıya geldiği kapsayıcı bir konu, felsefe hakkındaki bir meta-tartışmadır. Felsefenin rolü hakkındaki karşıt görüşleri, büyük resmi görmemizi ve bu karşıtlığı çeşitli teorilerinin ayrıntılarına kadar izlememizi sağlar.

Felsefe, düşüncelerde kavranan kendi zamanıdır.
‘‘Die Philosophie [ist] ihre Zeit in Gedanken erfaßt.’’
(Hegel, 2003, s.21)


Bu, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Unsurları’nın önsözündeki bir paragrafta yer alan ifadedir. Bu ifadeden önce Hegel, bireylerin kendi zamanlarından kaçamayacağını savunur. Bu, düşünme biçimimizin nihayetinde tarihimiz tarafından şekillendirildiği anlamına gelir: Çağımızdan kaçamaz ve dünyaya sözde nesnel bir perspektiften bakamayız. Dolayısıyla felsefe de tıpkı bireyler gibi kendi zamanına hapsolmuştur.
Hegel’e göre yapabileceğimiz şey, zamanımızın altında yatan kavramları anlamak için tarihi incelemektir. Ancak bu, geleceği öngörmemizi sağlamayacaktır. Bu fikrin kökleri Hegel’in nesne-özne ilişkisi teorisine dayanmaktadır ve bu teori ilerleyen bölümlerde daha açık hale gelecektir.


Öte yandan Marx’ın felsefeye biçtiği rol Hegel’inkiyle doğrudan çelişmektedir;

Filozoflar şimdiye kadar dünyayı sadece çeşitli şekillerde yorumladılar; asıl mesele onu değiştirmektir.
(Marx, 2002)


Marx’ın Feuerbach üzerine ünlü 11. tezi basit bir eylem çağrısı olarak anlaşılmamalıdır. Daha ziyade filozoflara toplumsal sorunların maddi koşullardan kaynaklandığını hatırlatır. Marx’a göre felsefe, sömürü gibi bu gerçek yaşam koşullarını anlamanın ve değiştirmenin yollarını aramalıdır.

Marx’ın Hegel’in pasif tutumuna karşı çıkmasının temel nedeni, Marx’ın fikirlerimizin maddi koşullar tarafından şekillendirildiğini düşünmesidir. Marx’a göre, ekonomik temel -üretim ilişkileri- ağırlıklı olarak üstyapıyı -kültür, bilim, ideoloji, din, siyaset vb. – etkilemektedir. Bu nedenle, önce dünyayı değiştirmeden insanların fikirlerini değiştirmelerini bekleyemeyeceğimize inanıyordu.

Hegelci Diyalektik: Spekülatif Yöntem

Diyalektiği anlamak, iki düşünürün temelde çok benzer yöntemler kullanmalarına rağmen neden farklı yönlere gittiklerini kavramanın anahtarıdır. Diyalektik nedir? Klasik haliyle diyalektik yöntem Platon’un Euthyphro gibi Sokratik diyaloglarına kadar uzanır. Bu metinler, genellikle Sokrates ile bir rakibi arasında geçen ve tanımları netleştirmeyi ya da çelişkileri çözmeyi amaçlayan ileri-geri diyalogları içerir.
Hegelci diyalektik ya da Hegel terminolojisindeki spekülatif yöntem, özneler arasındaki bir diyalogdan ziyade kavramsal/mantıksal bir süreçtir. Bir kavramın iç çelişkilerini çözen üçlü bir şema izlemesi bakımından farklılık gösterir. Popüler olarak, tez-antitez-sentez şeması yanlış bir şekilde Hegel’e atfedilmiş olsa da Hegel bu kavramları hiç kullanmamıştır. Bu formül Hegel’in selefi Johann Gottlieb Fichte tarafından ortaya atılmıştır.

Georg Wilhelm Friedrich Hegel by Jakob Schlesinger, 1831, via Staatliche Museen zu Berlin

Hegel bunun yerine soyut-negatif-somut şemasını kullanmıştır. Bunun nedeni tez-antitez-sentez şemasının diyalektik sürecin mantığını anlamamıza yardımcı olmamasıdır. Formül, tezin özelliklerini ve antitezin mantıksal olarak nasıl takip etmesi gerektiğini açıklamaz; bu keyfiliğe açıktır. Öte yandan Hegel’in formülü, başlangıçta her tezde bir kusur olduğunu öne sürer. İlk anda tez çok soyuttur ve olumsuz deneme yanılma deneyiminden geçmesi gerekir. Ancak o zaman nihai sentez -somut- soyut ve olumsuzun olumlu yönlerini kavrayarak bir bütünlük oluşturacak şekilde tamamlanabilir.

Konuyla ilgili bir örnek, Hegel’in tarih felsefesiyle de ilgili olan toplumsal sözleşme teorisinde bulunur. Basit bir ifadeyle, teori herkesin istediği gibi hareket etmekte özgür olduğu bir kanunsuzluk hali olan doğa durumuyla başlar. Daha sonra, insanlar kendilerini müdahaleden korumak için otoriter bir hükümet kurmayı kabul ederler. Toplumsal sözleşme teorisine, insanların devletin kendilerine hükmeden bir güç haline geldiğini fark ettikleri ve onu reforme ettikleri son bir aşama ekleyebiliriz. Bu, modern devletin basitleştirilmiş bir şekilde oluşumudur.

Hegel’in ilk an diyalektik örneği. via Stanford Encyclopedia of Philosophy

İlk an, yani doğa durumu, Hegelci anlamda soyut aşamadır. Eylem için pozitif özgürlük sağlar ancak müdahaleye karşı negatif özgürlükten yoksundur. Otoriter bir devletin ikinci anı negatif aşamadır: Kendi iç çelişkilerinin üstesinden gelmeye çalışarak ilk ana meydan okur. Ancak insanlar devlet otoritesi tarafından tahakküm altına alındıkları için bu aşama da eksiktir; farklı türde bir özgürlüksüzlük yaşarlar. Son aşama olan modern devlet, her ikisinin de iyi yönlerini elde ederek önceki aşamaların bir bütünlüğünü oluşturur: Eylem özgürlüğü ve müdahaleden özgürlük.

Marksçı Diyalektik: Materyalist Bir Tarih Anlayışı

Hegel’in geniş diyalektik anlayışını reddetmemekle birlikte Marx, diyalektik yöntemin maddi dünyayla ilgilenmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu nedenle Hegel’le birlikte diyalektiğin “…baş aşağı durduğunu belirtmiştir. Tekrar baş aşağı çevrilmelidir…” (Marx, 2015) Hegel’in diyalektiği fikirlerdeki çelişkilerle ilgilenir; tarihsel vakalara uygulandığında bile kavramsal bir süreç olarak başlar. Marx ise tam tersine, maddi koşulların nihayetinde insan düşüncesini şekillendirdiğine inandığından, diyalektiği tarihi maddi değişimler üzerinden analiz etmek için kullanmaya çalışmıştır.

Marksist diyalektik, Marx’ın materyalist tarih anlayışında somutlaşır ve bu anlayış en basit haliyle Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde özetlenir. Marx, bireylerin kendilerini nasıl içinde bulundukları toplumun ekonomik yapısı tarafından koşullandırılan belirli toplumsal ilişkiler içinde bulduklarını açıklar. Bu yapıdaki üretim tarzı ve ilişkileri nihayetinde o toplumun bilincini şekillendirir. Ekonomik yapı, toplumsal sınıflar arasında ortaya çıkan çelişkilerin ateşlediği bir devrim yoluyla eninde sonunda değişir;


Gelişmenin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri mevcut üretim ilişkileriyle çatışmaya girer… O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. Ekonomik temeldeki değişiklikler er ya da geç tüm muazzam üstyapının dönüşümüne yol açar.
(Marx, 1977)


Marx’ın teorisini daha basit bir şekilde sunmak için tarihsel anlatıları kullanabiliriz. Diyalektik, ilkel toplumların köleci devletlere, köleci devletlerin feodal toplumlara ve feodal toplumların kapitalist devletlere dönüşümünü içerir. Bu toplumlardaki çelişkiler, ekonomik ilişkilerin örgütlenmesini değiştiren sınıf çatışmaları yoluyla çözülür. Marx’ın belirttiği gibi, “Şimdiye kadar var olan tüm toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir.” (Komünist Manifesto, 1848). Bu nedenle, içinde yaşadığı toplum söz konusu olduğunda, işçi sınıfının eninde sonunda kapitalist devleti devireceğine ve son aşamada komünizm için gerekli koşulları yaratacağına inanıyordu.

Marx’ın Hegel İdealizmine Eleştirisi

Marx, Kapital’in I. Cildinin sonsözünde kendi diyalektik yöntemi ile Hegel’in yöntemi arasındaki farkları tartışır:

Benim diyalektik yöntemim Hegelci yöntemden sadece farklı değil, aynı zamanda onun tam karşıtıdır. Hegel’e göre, insan beyninin yaşam süreci, yani “İdea” adı altında bağımsız bir özneye dönüştürdüğü düşünme süreci, gerçek dünyanın demiurgos’udur ve gerçek dünya yalnızca “İdea”nın dışsal, fenomenal biçimidir. Benim için ise tam tersine, ideal olan, insan zihni tarafından yansıtılan ve düşünce biçimlerine çevrilen maddi dünyadan başka bir şey değildir.
(Marx, 2015)

Bu paragrafta Marx, Hegel’e ilginç bir idealizm atfetmektedir. Marx’ın Hegelci yöntemi tanımlaması, Hegel’in fikir (idea) denilen gizemli maddi olmayan şeylerin deneyimlediğimiz maddi dünyayı yarattığına inandığı izlenimini vermektedir. Sanki Hegel Kartezyen bir bilgi görüşüne sahipmiş gibi, birbirinden temelde farklı zihinsel ve maddi tözler varmış gibi. Marx daha sonra Hegel’i zihinsel tözün maddi tözü belirlediğine inandığı için eleştirir. Pek çok akademisyen Marx’ı burada Hegel’in idealizminin çok doğru bir tanımını yapmadığı için yanlış yorumlamakla suçlamıştır.


Portrait of Karl Marx by John Jabez Edwin Mayal, 1875, via Wikimedia Commons

Felsefede töz kelimesi basitçe, diğer her şeyin kendisinden yapıldığı ilk madde anlamına gelir. Sokrates öncesi felsefede töz Thales için su, Herakleitos için ateşti. Descartes’ın düalizminde iki töz vardı: Zihin ve beden (özne ve nesne). Ancak Hegel, özne ve nesnenin ayrı tözler olduğunu düşünmez. Hegel, insan bilgisi üzerine yaptığı incelemede, öznenin algı sırasında her zaman nesne tözünün bir parçası olduğu sonucuna varmıştır. Hegel bilginin toplumsal karakterini vurgular. Marx’ın görünüşteki hatası, Hegel’in evrenin nedensel bir açıklamasını yaptığını ve ana nedenin ideal olduğunu varsaymaktı. Bunun yerine, Hegel’in teorisi normatif bir teoridir: Doğru akıl yürütme biçimini ve bilginin her zaman toplumsal bir süreç içerdiğini gösterme çabasıdır.

Tarih ve İnsan Özgürlüğünün Önündeki Engeller

Hegel, tarihi insan özgürlüğüne doğru giden anlaşılabilir bir süreç olarak görmüştür. Hegel’e göre her adımda toplumlarımızın altında yatan kavramlar, çelişkilerini çözerek daha rasyonel hale gelir. Fransız Devrimi gibi tarihsel sıçramaları, çağdaş özgürlük anlayışımızı kullanarak bu şekilde anlamlandırabiliriz.
Hegel felsefeyi olması gerekeni arama görevi olarak değil, kavramlar aracılığıyla olanı anlama görevi olarak görüyordu. Dolayısıyla Hegel, Hukuk Felsefesinin Unsurları’nda ancak modern devletin toplumsal yaşamına katılarak özgür olabileceğimizi göstermeye çalışır. Bu yaşam kabaca aile yaşamını, ahlaki sorumlulukları, mülkiyet ilişkilerini, ekonomiyi ve hukuk sistemini içerir.

Öyle görünüyor ki Hegel için özgürlüğün önündeki engeller özneldir. Onun için asıl mesele dünyayı değiştirmekten ziyade toplumsal yaşamı ve bu yaşamdaki rolümüzü anlamaktır. Bu, Hegel’in kendi zamanındaki modern devleti nihai devlet biçimi olarak gördüğü anlamına gelmez. O, 19. yüzyıl modern devletinin mükemmelleştirilmiş bir biçimde özgürlük sağlayabileceğine inanıyordu. Her halükarda Hegel, tarihin diyalektiği aracılığıyla mutlak özgürlüğün koşullarını zaten yavaş yavaş yaratacağımızı düşünüyordu. Dolayısıyla bireyin görevi, modern toplumsal düzenin gerekliliğini anlamak ve ona katılmaktır.

Liberty Leading the People by Eugene Delacroix, 1830, via the Louvre.

Öte yandan Marx, özgürlüğün önündeki engellerin tamamen nesnel olduğuna inanıyordu. Marx’a göre özgürlüğü mümkün kılmak için dünyanın maddi koşullarının değişmesi gerekiyordu. Toplumun sosyal, kültürel ve ideolojik kavramları üretim ilişkileri tarafından belirlendiğinden, Marx devrimci bir hareketi gerekli görüyordu. Marx’ın Hegel’den bir adım daha ileri giderek felsefesine devrimci bir misyon yüklemesinin nedeni de budur. Hegel’e göre tarihimizin bir sonraki aşamasını ya da tarihin sona erip ermeyeceğini bilmemiz mümkün değildir. Marx ise bunun yerine, geçmiş tarihsel örneklerden yola çıkarak önkoşulları hazırladığımız takdirde sosyalizm ve komünizmin bir sonraki iki hedefimiz olacağını savunmuştur.

Hegel ve Marx’ı Diyalektikte Uzlaştırmak

Hegel’in Marx’ın analiz yöntemini güçlü bir şekilde etkilediği gün gibi açıktır. Yazılarında aynı diyalektik şemaya uyan çok sayıda örnek bulabiliriz. Hegel de Tinin Fenomenolojisi’nde diyalektiğin üç aşamasını “…birlik, ayrılmış karşıtlar, yeniden birleşme” olarak tanımlar. (Hegel, 2017) İlk başta, iki şey ilkel ya da bilinçsiz bir şekilde birlik halindedir. İkinci anda birbirlerinden ayrılırlar. Son aşamada, ikinci anda çizilen ayrıma saygı göstererek tekrar birleşirler.

Bu şema, Marx’ın ilkel toplumlarda, kapitalizmde ve komünizmde işçilerin kendi emekleriyle ilgili olarak nasıl farklılaştığını açıklamasında görülebilir. Bir başka örnekte, Hegel’in modern devlet teorisindeki birey, etik yaşamın üç alanı olan aile, sivil toplum ve devlette aynı süreçleri yaşar.

Bununla birlikte, Marx’ın felsefesinin Hegel’in yöntemini materyalist temellere oturtarak dünyayı ne kadar sarstığı hala dikkate değerdir. İki filozof, yöntemlerinde olduğu gibi dünya üzerindeki etkilerinde de farklılaşmıştır. Hegel’in etkisi, idealizmine uygun olarak, entelektüel alanda kaldı. Marx’ın materyalist felsefesi ise tartışmalı da olsa tarihin tüm akışını şekillendirdi.


Baran Barlas – “What do Hegel and Marx Have in Common?“, (Erişim Tarihi: 20.04.2023)
Çevirmen: Ali Tacar

Necmettin Erbakan Üniversitesi Almanca Öğretmenliği Bölümü 4. sınıf öğrencisi. Almanca ve İngilizceden felsefi ve edebi çeviriler yapıyor. Şiir ve öykü yazıyor. İlgi alanları; din felsefesi, epistemoloji, zihin felsefesi ve başta ontoloji olmak üzere felsefenin tüm alanlarıdır.

4 Yorum

  1. Çalışmanız için şahsım adına teşekkür ederim. Gördüğüm bir eksiklik, tüm alıntılarda kaynak belirtilmemesi. Teşekkürler.

  2. Genelde karmaşık ele alınan bir konuyu o kadar bütünlüklü ve anlaşılır ele almışsınız ki… Yazınız için çok teşekkür ediyorum.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Matematiksel Platonculuk: Matematik Keşif midir Yoksa İcat mı? – Luke Dunne

Sonraki Gönderi

Acısız Medeniyet Kavramı ve Biyolojik Evrimin Felsefesi: Jonas, Freud ve Bataille’a Referansla – Masahiro Morioka

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü