Bir Köpek Gibi Ölmek – Joseph Pierre

//
786 Okunma
Okunma süresi: 11 Dakika

Evcil köpeklerin, genellikle, uzun süreli ıstırap ve acıyı önleyen huzurlu bir ölüm hakkı vardır. Niçin aynı şeyi insanlar için de yapmıyoruz?

Geçen yıl köpeğimi öldürdüm. Mika bir barınak köpeğiydi ve sanırım 10-12 yaşlarındaydı; emin değilim. 12 köpek yılı, onun için yaklaşık 80 insan yılına eşitti, ki bu oldukça iyi bir şey demek. Diğer yandan bir köpek sahibi olmanın tuhaf yanı, bize göre ne kadar da hızlı yaşlandıklarıdır: Yaşama bize göre daha erken başlarlar, bir süre büyürler ve sonra bizi arkalarında bırakıp kendi ölümlerinin son yıllarına yaklaşırlar; tüm bunlar 10 yıl kadar bir sürede olur. Söz konusu bu hızlı zaman çizelgesinin tanıkları olarak bir evcil hayvana sahip olmak, genellikle, onların nihai ölümünü görmemizi ve bu süreçte ölüme dair bir şeyler öğrenmemizi mümkün kılar.

Mika muhteşem bir köpekti. Barınağa atılmadan evvel suiistimal edildiği (veya hor görüldüğü) ortadaydı, onu kurtardığımda başında yara izleri vardı ve ne zaman elime süpürge veya tırmık alsam korkudan kenara sinerdi. Diğer köpekler onu koklamak için geldiğinde kendinden geçer ve çoğunlukla savunmacı bir hale geçip hırlardı. Ancak zamanla kaygılı halinden pek eser kalmadı ve neredeyse patolojik olarak sevecen biri haline geldi, o da çoğu hayvanda olduğunu düşündüğümüz şeyi yaptı; yakın çevresindeki herkesten kendisini sevmesi istedi. Bekar olduğum dönem boyunca kanepede benimle birlikte televizyon izleyen harika bir dost olmuştu; sonunda eşim olacak olan veteriner bir kadının ilgisini çekmeme de yardımcı olmuştu. İnanır mısınız, eşim sık sık eğer bir köpeğim olmasaydı benimle çıkmayacağı şeklinde şaka yapmıştı (Belki de şaka değildi).

Sebep her ne olursa olsun, birinin köpeğinin makul bir şekilde ölmesine dair zihnimde kurduğum tasavvur hep 1957 tarihli Disney filmi Old Yeller’dan (1957) alınmış bir sahne gibiydi: Yıllar boyu süre samimi ve sadık bir dostluğu ardından; insanın en iyi dostu artık tavşanları kovalamaktan mutlu olmadığı ve başını kaldıramayacak hale geldiğinde sahibinin onu bu acıdan kurtarmak için silahına davranmakta kararlı olması gerekir. Los Angeles’ta yaşayan biri için bu biraz tuhaf bir pastoral fantezi olsa dahi, en azından birileri bir doktor olarak ölümü düşünmeyi nasıl öğrendiğimden etkilenmişti.

İnsan sağlığı ve tıbbi uygulamalarında, hayat kurtaran her türlü müdahaleyi sonuna kadar uygulamaya alışkınızdır. 20 önce bir stajyer doktor iken, yalnızca tıbbi cihazlar ile yaklaşık 30 veya 40 ilaçtan oluşan bir prosedürün uygulandığı ve hastaneden çıkma olasılığı çok düşük olan acı içindeki, çoklu organ yetmezliğinden mustarip hastalara bu yaklaşımı uygulamanın hiçbir faydası olmadığını düşündüğümü hatırlıyorum. Buradaki amaç neydi ki? Yaşam kalitesine ne olmuştu? Kahrolası çekincelerin canı cehenneme; biz asla pes etmedik ve vardiyadan vardiyaya hasta bakımını birbirine devreden stajyer doktorlar arasında, “Hasta lütfen benim vardiyamda ölmesin” sözü hepimizin sıkı sıkıya tutunduğu bir cümle oldu.

Duvarda bizden ‘kahramanca çabalara’ devam etmememizi isteyen ‘Diriltemeye çalışmayın’ (Do Not Resuscitate) emri olmadığı müddetçe, hastanın yaşamını için daha az çabalamayı pek düşünmedik ve bu işin maddi maliyeti de hiçbir zaman denklemin bir parçası olmadı. (Ç.N.: “Do Not Resuscitate”; Diriltmeyin ya da DNR, tıp biliminde, eğer bir hastanın kalbi veya solunumu durduysa hastanın beyanını göz önüne alarak, kalp masajı veya gelişmiş yaşam desteği yapılmaması için hastane ortamında veya hukuki formda yazılan hukuksal yazı. Bu belge genelde hasta ya da ona vekalet eden vekil tarafından yazılır. Bir anlamda hastanın pasif ötanazi talebidir). Ölümü hızlandırmak ise hiçbir zaman söz konusu bile olmamıştı. Ne de olsa, Hipokrat yemini şöyle diyordu:

Ölümcül bir ilaç reçete etmeyeceğim gibi, ölümüne neden olabilecek bir tavsiyede dahi bulunmayacağım.

Başından beri kalça displazisinden mustarip olan Mika, yürümede giderek artan şekilde güçlükler yaşamaya başladığında ve çoğunlukla bariz acılar çektiğinde, eşim ile birlikte ona ilaçlar verdik ve hatta bir süre boyunca akupunkturu da denedik. Ancak bir gün, sabah yürüyüşümüze yeni başlamışken yolun sonuna kadar yürüdü, oturdu ve tasmayı çekmeme rağmen devam etmeyi reddetti. Bu ertesi gün ve daha sonraki günler de böyle oldu, bu yüzden ben de artık denemeyi bıraktım. İşte tam bu noktada eşim ilk kez onu uyutma seçeneğinden söz açtı, fakat bu bana anlamsız göründü çünkü Old Yeller (Ç.N.: Yazının başında bahsedilen filme atıf yapılıyor) ile doktor olan bir insan olma deneyimlerimi göz önüne alınca, Mika’nın acıyla mücadele edip sonuna kadar son nefesi için savaştığını hayal ettim. Diğer bir deyişle, onun henüz yeterince acı çekmediği için öylece gitmesine izin vermeyi düşünmek bana doğru gelmiyordu.

Bir veteriner olarak ise eşim olaylara tümüyle bambaşka bir yerden bakıyordu. Onun görüşüne göre köpeğimizi uyutmak bana göründüğü gibi havlu atıp vazgeçmek değil, gereksiz ama kaçınılmaz olan acılara ve ıstıraplara son vermenin şefkatli bir yolunu temsil ediyordu. Gördüğü üzere; özellikle de hayvanların acının anlamını kavrayamadıkları veya ne kadar acıya tahammül edeceklerine kendi başlarına karar veremedikleri düşünüldüğünde, evcil hayvanlarımıza onların bakımlarının sorumlusu olarak ötanazi seçeneğini borçluyuz.

Eşim yoğun bir mesai gününün ardından eve gelir ve şöyle derdi: ‘Bugün hastamı öldürdüm’.

Sahiden de, American Veterinary Medical Association for the Euthanasia of Animals (2013), ‘[bir] canlının gitmesine yani uyutulmasına izin vermenin ne zaman uygun olduğu konusunda bir görüş birliği olmadığını’ kabul eder, ama şöyle de bir not ekler:

Şayet tıbbi müdahale yalnızca ölümcül bir durumu uzatma anlamına geliyorsa veya mevcut sağlık koşullarını başarılı bir şekilde iyileştirmiyorsa, o halde ötanazi [bir] hayvanı gelecek olan şeyden korumak için doğru bir seçenek olarak kabul edilebilir.

Evlenmeden önceki flört ettiğimiz dönemde, eşim yoğun iş gününün ardından eve gelir ve sık sık: ‘Bugün hastamı öldürdüm’ derdi. Sonradan anladım ki bu cümle, bir tür kendini-suçlama ifadesi olduğu kadar, o gün bir köpeğin veya kedinin hayatını sona erdiren ilaçların, ağlayan sahipleri ve havlayan yavruları etrafta dolanırken, onlara nasıl uyguladığını yansıtan tamamen gerçeğe dayalı bir ifadeydi.

Bir hayatı kurtaramamaktan doğan o tuhaf suçluluk karışımı duygu ile bu eylemi yapan fail olma kararlılığı, ötenazinin gündelik rutin bir olay olduğu bir veteriner kliniğinin parçasıdır. Ötanazi kelime anlamı olarak ‘iyi ölüm’ olsa dahi, bir doktor olarak çalışmalarımda bana her anlamda yabancıydı. İnsan doktorlar bir hastayı kaybettiklerinde kendilerini suçlu hissedebilirler, fakat bu suçluluk neredeyse her zaman kansere, doğaya, Tanrı’ya veyahut başka bir şeye karşı mücadelemizi kaybetmiş olsak dahi, bu süreçte elimizden gelen her şeyi yapmamızın bize sunduğu rahatlama hissi ile hafifler. Doktor olmak demek, doktorların da bazen yenilgiyi kabul etmeleri gerektiği anlamına gelir, fakat bu kabullenişte ölüme yardımcı olmayız.

Zaman geçtikçe ilaçların ve akupunkturun Mika üzerinde daha az olumlu etkisi oldu ve arka ayakları çoğunlukla hastalığa direnemedi, bundan dolayı da yere yığılmadan önce yalnızca kısıtlı bir mesafe yürüyebilmişti. Bilişsel yetileri giderek düşüyor gibiydi, hatta bir gün biz işteyken yüzme havuzuna düşmüştü ve bir komşunun onu kurtarması gerekmişti. Görece kısa bir sürede, yüzü tümüyle griye döndü (Ç.N.: Grileşen bir yüz köpeklerin ölümünün yaklaştığı anlamına gelir) ve uzağa dalmış gözleriyle sık sık derin bir iç çekmeye başlamıştı. Sonrasındaysa, evin çevresinde giderek daha sık rastlanan kazalar sonucunda bağırsak kontrolünü kaybetmeye başladı.

Tüm bunların sonucunda ötanaziye dair tartışmalarımız, ötanazi “yapıp yapmamak”tan ziyade bunu “ne zaman” yapacağımız ile ilgili olmaya başladı.

Söz konusu hayvanlar ve insanlar olduğunda, ötanazi yapmaya yönelik tutumlardaki farklılık hemen fark edilebilir. Ne de olsa, biz hayvanları evcilleştirmeye veya onları yoldaşlık yapmaları için beslemeye başlamadan çok daha önce insanlar zaten yiyecek için, kendimiz yiyecek olmaktan kaçınmak için ve spor amaçlı olarak pişmanlık duymadan hayvanları öldürüyorlardı. Geleneksel Yahudi-Hıristiyan ve İslami öğretiler, insanların cinayet işlememesi ve intihar etmemelerine karşı güçlü yasaklar içerirken hayvan ruhunu sorgulamaktadır.

Ötanazi, veteriner hekimlikte acı çekmeyi önlemek için etik bir araç olarak kullanılırken, bazı hayvan sahiplerinin hayvanlarını yolunu kenarına atması, köpek yavrularını çöpe atmak veya hem maddiyat hem de şahsi menfaat açısından hayat kurtaran tıbbi prosedürlere para harcamayı reddetmek karşılaşmadığımız bir durum değil. “Köpek gibi ölmek” ifadesinin, tarihsel açıdan en sefil durumda olmaya atıf yapmasına şaşmamalı.

Dünyanın birçok yerinde “onurlu bir şekilde ölme” (hakkı) desteklense de, çoğu zaman kimse “düğmeye basmak” istemez.

2009’da, hastalara hayatlarının sonuna dair bakım/hizmet seçenekleri için gönüllü danışmanlık sağlamaları karşılığında doktorların Medicare tarafından tazminini sağlayacak bir ABD mevzuatı, ‘ölüm panelleri’ hakkındaki siyasi kargaşadan dolayı reddedildi. Yine de, 2015 yılında “World Journal of Psychiatry”de ele aldığım gibi, insana yönelik ötanazi uygulamaları hem ABD’de hem de diğer ülkelerde giderek daha fazla düşünülmekte ve kabul görmektedir. Son 50 yıldaki yaşamı uzatan tıbbi ilerlemelerin acı çekmeyi uzatması ve hastanın özerkliğini kaybetmesiyle ilgili giderek artan kaygıları körüklemesinden ötürü; 1930’ların ötanazi hareketi giderek ivme kazanıp bizi neyin “iyi bir ölüm” olduğunu düşünmeye iten modern “ölme hakkı” ve “onurlu ölüm” hareketlerine dönüştü. Günümüzde bir tür gönüllü aktif ötanazi (yani acı ve ıstırapa son vermek adına öldürücü dozda ilaç verilmesiyle gerçekleşen ölüm) ABD’nin bazı eyaletleri ile birlikte Japonya’da ve Belçika, Lüksemburg, İsviçre, Hollanda gibi bazı Avrupa ülkelerinde yasaldır.

Yine de, insanlar ve hayvanlara yönelik ötanazi tutumlarımız arasındaki tarihsel ayrım giderek daralıyor olsa dahi; kültürel yaptırımların etkisindeki can sıkıcı konu, yaşamı sona erdiren ilaçları kimin gerçekten uygulayabileceğini veya uygulamaya istekli olduğunu içerir. Bugüne dek süregelen mevzuata göre, uygulamayı kimin gerçekleştireceği – ister bir doktor veya aile üyesi, ister se tarafsız bir üçüncü şahıs veya kendi hayatına son vermek isteyen kişinin bizzat kendisi olsun – yargı yetkisine göre değişir. Dünyanın pek çok yerinde “onurlu bir şekilde ölme” (hakkı) giderek daha fazla desteklenir hale gelse dahi, çoğu zaman ne doktorlar ne de ölüm talebindeki hastalar “düğmeye basmak” ve ölümün eli olmanın sorumluluğunu almak istemezler. Bu anlamda ötanazi, insan tıbbında, tartışmalı olan (ve herkesi rahatsız eden) bir konu olmaya devam ediyor.

Sonuç olarak, bugün kendimizi pasif ötanazi (yemek veya su da dahil yaşamı sürdüren müdahalelerin durdurulması), doktor-yardımlı intihar (bir hastanın kendi yaşamına son vermesi için ona araçlar sağlama) ve aktif gönüllü ötanazi (bir hastaya onun ölümüne sebep olacak bir ilaç verilmesi) de dahil olmak üzere bir dizi olası yaşam sonu bakım ve hizmet seçeneklerini tartışırken buluyoruz. (Ç.N.: Tüm bu kavramlar ve ötanazinin ahlaki boyutu için şu, şu, şu, şu ve şunu okuyabilirsiniz).

Palyatif sedasyon (bir tür acıyı hafifleten uygulama); sedasyon ve acıyı hafifletmeye yönelik ilaçların verilmesi yoluyla olası bilinç kaybı noktasına kadar uygulanmayı içeren ve tıpta giderek daha fazla popüler olan bir seçenektir. Ölüm potansiyel bir yan etki olmasına rağmen, palyatif sedasyon; “çifte etki” etiği aracılığıyla intihar ve ötanaziye yönelik ahlaki itirazlarından kaçınır: Bu, (olası bir) ölümün, amaçlanmamış olsa dahi kabul edilebilir bir sonuç olduğunu ve ölümcül hastalığı olan kişilerin mevcut ıstırabını hafifletmenin birincil hizmet/amaç olduğunu savunuyor. Los Angeles/California Üniversitesi’ndeki meslektaşlarım, insanlar için “iyi bir ölüm” ile ölmenin ne anlama geldiğinin sınırlarını daha da zorlayarak; anksiyetif ve depresif semptomları hafifletmek ve hayatın sonunda bir anlam bulmak amacıyla psilosibin gibi psikedelik ilaçların kullanımını araştırıyorlar.

Haftalarca çektiği acının ardından Mika’yı uyutmak için ben ve eşim sonunda bir tarih belirlemeye karar verdik. Veteriner bir arkadaşımızdan evimizde ötenazi yapmasını rica ettik. O gün geldiğinde, veteriner arkadaşımızı aramayı ertelemek isteyen eşim olmuştu; daha fazla dayanamadım ve bunu yapması için onu zorlamak zorunda kaldım. Daha sonra veteriner arkadaşımız evimize geldi ve biz Mika’nın yatağının kenarında yerde oturmuşken damar yolunu açtı, ona dokunup rahatlatmaya çalıştı ve biz gözyaşları içinde veda ederken Euthasol’u bir şırıngaya doldurdu.

Hazır olduğumuzda, düğmeye basıp basamayacağımızı sordum ve veteriner elimi onunkinin üzerine koymama izin verdi. Mika’nın acı belirtileri göstermesinden endişelendim; ancak ilaç verildikten saniyeler sonra tek, uzun, derin bir nefes alıp ardından da son kez yavaşça nefesini verdi.

“İyi köpek” dedim ona bakıp; “İyi köpek.”

İyi bir ölüm oldu; oldukça şanslıydık.


Çevirmen Notu: İyi ölüm (good death ) terimi ötanazi tartışmalarında sıkça kullanılır. Bu terim ile istenilmedik kötü sonuçların doğmadığı, acısız bir ölüm ima edilir.


Joseph Pierre – “Die like a dog“, (Erişim Tarihi: 29.01.2022)

Çevirmen: Taner Beyter

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Yeterli Kanıt Olmaksızın İnanmak Yanlış mı? W.K. Clifford’un “İnanç Etiği” – Spencer Case

Sonraki Gönderi

Bilimin Ahlaki Sezgilere Dair Söyleyecek Neredeyse Hiçbir Şeyi Yoktur – Michael Mitchell

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü