Gerçekleri Konuşmak – Vyvyan Evans

Dil iç güdüsü fikri, on yıllarca dil bilimine hâkim oldu. Bu fikir basit, güçlü ve tamamen yanlıştır.

/
1282 Okunma
Okunma süresi: 22 Dakika

Yabancı topraklarda bir gezgin olduğunuzu hayal edin. Yerel biri size gelip, anlamadığınız bir dilde hızlı hızlı konuşmaya başladı. Samimi gözüküyor ve bir yere doğru işaret ediyor. Ama siz, ne kadar uğraşırsanız uğraşın sözcükleri bir türlü çözemiyorsunuz.

Bu durum, küçük bir çocuğun dille ilk karşılaşmasıyla neredeyse aynıdır. Hatta çocuk, daha da zorlayıcı bir durumdadır. Bizim farazi gezginimizin aksine, çocuğun dünyası sadece anlamsızlıklarla dolu değil, aynı zamanda insanların onunla iletişime geçmeyi denediğinin bile farkında değildir. Yine de bilişsel olarak sağlıklı her çocuk, dört yaşına geldiğinde dil bilimsel bir dehaya dönüşür: Bu; resmî eğitimden, bisiklet sürmekten, kendi ayakkabılarını bağlamaktan ya da basit toplama çıkarma yapmaya başlamadan önce olur. Mucize gibidir. Bu mucizeyi açıklama görevi, neredeyse 50 yıldır dilin bilimsel çalışmasının ana meselesi olmuştur.

1960’larda Amerikan dil bilimci ve filozof Noam Chomsky, bu duruma çözüm gibi görünen bir şey sundu. Chomsky, aslında çocukların ana dillerini, en azından dil bilgisel yapılarına kadar, öğrenmediğini iddia etti (dil öğrenme süreci, bunları öğrenmek için fazla hızlı ve acısızdı). Çocukların, insan DNA’sında yazılı, “Evrensel Dil Bilgisi” dediği, temel gramer bilgisiyle doğdukları sonucuna vardı. Dile olan bu doğuştan yatkınlık ile mesela İngilizce ve Fransızca arasındaki yüzeysel farklılıkları anlamak oldukça küçük bir mesele olmalı. Dil öğrenme işlemi çalışır çünkü bütün bebeklerin dil için bir iç güdüleri vardır: Dünyadaki bütün dillerde çalışan bir dil bilgisi alet çantası.

Aniden bu cihaz, insanın ana dilini öğrenme zorluğunu ortadan kaldırır ve bir çocuğun ana dilini bu kadar kısa sürede nasıl öğrenebileceğini açıklar. Zekice. Chomsky’nin fikri, dil bilimine kırk sene hükmetti. Fakat bir mitten ibaret olduğu ortaya çıktı. Son birkaç yıldır Chomsky’nin açıkça hatalı olduğunu gösteren bir sürü yeni kanıt ortaya çıktı.

Ama biraz geri gidelim. Herkesin katıldığı bir nokta var: Türümüz, dile karşı açıkça biyolojik bir hazırlık sergiliyor. Beyinlerimiz, devam cümlesindeki sınırlı anlamda gerçekten “dile hazır”: Cümle düzeyinde söz dizimini işlemek için doğru şekilde türde belleğe ve ilk etapta sembolleri kullanmak için bize çağrışımsal öğrenme kapasitesini veren alışılmadık derecede büyük prefrontal kortekse sahipler. Hatta bedenlerimiz de dile hazırdır: Gırtlağımız, diğer hominid türlere oranla hava geçişinin kontrolüne ve havanın dışarı atılışına izin verecek şekilde daha aşağıdadır. Çenelerimizdeki minik dil kemiğinin konumu, ağızlarımızda ve dillerimizde hassas kas kontrolü sağlayarak bazı dillerde duyduğumuz 144 farklı konuşma sesini çıkarmamızı sağlar. Hiç kimse bütün bunların doğuştan geldiğini ya da dil için önemli olduğunu reddetmez.

Tartışmalı olan şey ise, dili bilmenin, yani dil yazılımının, her insan çocuğunda doğuştan olan bir şey olduğu iddiasıdır. Chmosky’nin fikri şudur: Kalp, beyin, böbrek ve ciğer gibi farklı organlarımız gelişmeye başladığı anda, zihinde, Chomsky’nin “dil organı”na benzettiği şekilde, dil de gelişmeye başlar. Bu organ bebekliğin erken çağında oluşmaya başlar. Dünyadaki bütün dillerdeki muhtemel dil bilgisi kurallarının planını taşır. Dolayısıyla, doğal olarak ortaya çıkan herhangi bir insan dilini anlamak çocuk oyuncağıdır. Tokyo’da doğan bir çocuk Japonca konuşmayı öğrenirken Londra’da doğan çocuk İngilizce öğrenir ve bu iki dil görünürde oldukça farklıdır. Ama bu görünüşün altında iki dil de aslında sıradan dil bilgisi işletim sistemiyle çalışarak aynıdır. Kanadalı bilişsel bilimci Steven Pinker, bu kapasitemizi “dil iç güdüsü” olarak adlandırıyor.

Bu dil iç güdüsünün varlığına dair iki temel argüman vardır. İlki, kötü öğretmen sorunudur. Chomsky’nin de 1965’te belirttiği üzere, çocuklar ana dillerini çok açık talimatlar olmadan öğreniyorlar gibi görünüyor. Çocuklar, “Baba, şuradaki iki koyunlara bak” ya da “Annem beni kızdı” gibi cümleleri kurdukları zaman genelde aileleri karmaşık dil bilgilerini düzeltmezler, ne kadar tatlı olduklarına hayret ederler. Üstelik böylesine görünürde basit hatalar, muhteşem dil bilgisi başarılarını da gizler. Çocuk, bir şekilde ismin halleri olabileceğini ve her halin ekinin her kelimede aynı olmadığını anlar.

Bu tür bilgiler açıkça öğretilmez, çoğu ebeveynin kendileri de net bir dil bilgisi eğitimi almamıştır ve çocukların sadece yakından dinleyerek kuralları nasıl çözebileceklerini anlamak da zordur: Bu da bir dilin nasıl işlediğini kavramak için önemli görünüyor. Çoğul olabilen isimler olduğunu ve bunların, mesela, yüklemlerden farklı olduğunu bilmek, dil iç güdüsünün fikrinin geçerliliğini gerçekten kazandığı yerdir. Çocukların her şeyi sıfırdan anlamaları gerekmez: Bazı temel farklılıklar hazır olarak önlerine gelir.

Çocuklar ana dillerinde resmi eğitim almazlar, öyleyse dilbilgisi yeterliliğini nasıl elde ederler?

Chomsky’nin ikinci argümanı ise odağı, çocuğun yeteneklerine getirir. Bunu, kötü öğrenci problemi gibi düşünün. Çocuklar, dil edinimi sürecine hangi genel öğrenme kabiliyetlerini getirirler? Chomsky fikirlerini oluşturduğu sırada, mesela Amerikan psikolog B.F. Skinner’ın davranışçı yaklaşımı gibi, en etkili öğrenme teorileri bile dilin sahip olduğu zorluklar karşısında oldukça yetersiz görünüyordu.

Noam Chomsky (1928-….)

Davranışçılık, öğrenmeyi tıpkı Pavlov’un köpeğinin zili duyunca ağzının suyunun akması gibi, uyaran-tepki güçlendirilmesi meselesi olarak görür. Ancak Chomsky’nin 1959’da Skinner’ın iddialarının yıkıcı bir incelemesinde belirttiği gibi, çocukların ana dillerinde resmî öğrenim almamaları, davranışçılığın çocukların dil bilgisinde nasıl yeterlilik edindiklerini açıklayamayacağı anlamına gelir. Chomsky, çocukların dil öğrenme sürecine zaten bir şekilde hazırlıklı gelmiş olmaları gerektiği sonucuna ulaştı. Eğer çocuklara dil bilgisinin nasıl çalıştığı bariz şekilde öğretilmiyorsa ve doğal öğrenme yetenekleri, sadece gözlemle öğrenme görevine bağlı değilse, o zaman eleme yöntemiyle giderek, dil bilgisi becerileri doğuştan gelmelidir.

Aşağı yukarı bu argümanlar, Chomsky’nin projesini ayakta tutan argümanlardır. Oldukça makul görünüyorlar, değil mi? Ve yine de temel fikre yükledikleri bu teorik yükün oldukça önemli olduğu ortaya çıkıyor. Son yirmi yıldır, dil iç güdüsü bu yükün altında tökezliyor.

Oldukça temel bir noktayla başlayalım. Doğuştan gelen dil ile ilgili bir şeye “iç güdü” demek ne kadar mantıklıdır? Düşünüldüğü zaman pek de mantıklı değildir. Bir iç güdü, belli türdeki adaptif davranışlara karşı doğuştan gelen bir eğilimdir. Önemli bir nokta ise bu davranışın, bir eğitim olmadan ortaya çıkması gerektiğidir. Yavru bir örümceğin ağ örmeyi “öğrenebilmesi” için bir ustayı çalışırken izlemesine gerek yoktur; örümcekler hazır olduklarında, yönergeye ihtiyaç duymadan, ağ örebilirler.

Dil ise farklıdır. Popüler kültür, Tarzan ve Mowgli gibi hayvanlarla büyüyen ve sonra insan dilini öğrenen karakterleri övebilir. Ama şimdi, ABD’de babası tarafından 13 yaşına gelene kadar bir odada kapalı tutulan ve 1970 yılında bulunan Genie’nin ürkütücü hikayesi gibi sözde “vahşi,” yani ya kazara ya da planlı olarak dile maruz kalmamış çocukların olduğu belgelenmiş vakalara sahibiz. Bu şanssız insanlardan öğrenilecek genel ders ise, normal bir sosyal çevreye maruz kalmamış bir çocuğun dili hiç öğrenmeyeceğidir. Örümceklerin ağ örebilmeleri için ağa maruz kalmaları gerekmez ancak insanların konuşabilmeden önce dili oldukça fazla seviyede duymaları gerekir. Yani neresinden bakarsak bakalım dil, örümceklerin ağ örmesinin olduğu gibi bir iç güdü kesinlikle değildir.

Ama bu laf arasındaki bir mevzu. Daha önemli bir problem ise şu: Eğer dünyadaki yaklaşık 7000 dilin tümünün temel bilgisi doğuştan geliyorsa, o zaman belli bir seviyede hepsi aynı olmalıdır. Her dilde ortak, “evrensel” ve kesin dil bilgisi kuralları olmalı. Bizim keşfettiğimiz durum ise böyle değildi. İşte bunun yerine bulduğumuz çeşitliliğin örneği.

Konuşulan diller, kullandıkları farklı seslerin sayısı bakımından büyük ölçüde farklılık gösterir; “şaklama” sesleri kullanan bazı Khoisan dilleri gibi Afrika dilleri, 11 sesten 144 sese kadar farklı ses kullanır. Ayrıca özne, fiil ve nesne sıralaması da, bütün sıralamaların mümkün olduğu, farklılıklar gösterir. İngilizce; özne (Ö), fiil (F), nesne (N) gibi bir sıralama ile oldukça yaygın bir model kullanır: “The dog (Ö) bit (F) the postman (N)” (Köpek, postacıyı ısırdı). Ama diğer dillerde bu çok daha farklı olabiliyor. Avustralya’ya özgü Jiwarli dilinde ise, “This woman kissed that bald window cleaner” (Bu kadın şu kel cam siliciyi öptü) cümlesi, şu sırada yazılır: “That this bald kissed woman window cleaner.”

Kuzey Hint dili Mundari’deki “ribuy-tibuy” ideofonu, şişman bir insanın yürürken kalçalarının çıkardığı görüntüyü, hareketi ve sesi betimler.

Çoğu dil, kimin kime ne yaptığını anlatmak için kelime sıralaması kullanır. Diğer diller ise bunu hiç kullanmazlar: onun yerine, küçük kelime parçalarından uzun kelimeler yaratarak “cümleler” kurarlar. Dil bilimciler, bunlar morfem ya da biçim birimi derler. Genellikle morfemleri, kelimeler oluşturmak için kullanabilirsiniz, tıpkı İngilizcedeki “un-help-ful-ly” kelimesi gibi (“un” olumsuzluk ekinin “help,” yani “yardım,” kelimesinin “ful,” yani, “-cı” ekinin ve kelimeyi zarf haline getiren “ly” ekinin birleşmesi ile “yardımcı olmayan biçimde” anlamına gelen yeni bir kelime türetilmiştir). Mesela doğu Kanada’da konuşulan Inukitut dilindeki “tawakiqutiqarpiit” kelimesi, aşağı yukarı, “satılık tütününüz var mı?” anlamına geliyor. Her bir kelime, bütün bir cümle olduğu zaman kelime sıralaması daha az önemlidir.

İsimler, fiiller, sıfatlar, zarflar ve diğerleri gibi dilin temel unsurları, en azından İngilizce konuşan birinin bakış açısından, konuşmanın da bir parçasıdır. Ancak çoğu dillerde zarflar ve Laos’ta ve Tayland’ın bazı kısımlarında konuşulan Lao dili gibi bazı dillerde sıfat yoktur. British Columbia içinde ve civarlarında konuşulan yerli bir dil Straits Salish’de, isimlerin ve fiillerin olmadığı da iddia ediliyor. Dahası, bazı dillerde Anglo-merkezci bakışa göre oldukça yabancı olan dil bilgisi kategorileri içermektedir. Benim favorim ise bazı dillerin anlatıya renk katmak için kullandıkları “ideofon” dil bilgisi kategorisidir. İdeofon, tek bir eylemde ortaya çıkan farklı duyusal deneyimleri bütünleştiren tam bir kelime türüdür: Örneğin, Kuzey Hint dili Mundari’deki “ribuy-tibuy” ideofonu, şişman bir insanın yürürken kalçalarının çıkardığı görüntüyü, hareketi ve sesi betimler.

Ve tabi ki dilin konuşulması da gerekmez: Dünyadaki yaklaşık 130 tanınan işaret dili, sessiz ve mükemmel bir şekilde çalışıyor. Dil bilgisel anlamın çeşitli yollarla aktarılabiliyor olması inanılmaz bir durum: Konuşarak, işaretlerle, kâğıda baskıyla ya da bilgisayar ekranında. İfade edilmesi için tek bir belirli araca bağlı değil. Eğer bütün insan dillerinde ortak olan bir unsur varsa, bunun bu kadar şaşırtıcı çoklukta farklılıklar altında gizli kalması ne ilginç.

Yıllar boyu bu işlerine yaramayan bulgular ortaya çıktıkça, dil iç güdüsü lobisi de insan beyninde sözde evrensel olan kısımla ilgili iddialarını azalttılar. 2002’de ise, Chomsky ve Harvard’daki meslektaşları, insanın dil yeteneğine özgü olan her şeyin, “özyineleme” olarak bilinen genel amaçlı bir hesaplama kapasitesi olduğunu öne sürdüler.

Özyineleme, kelimelerin ve ögelerin yerlerini değiştirmemize izin vererek potansiyel olarak sınırsız karmaşıklıkta cümle kurmamıza olanak sağlar. Örneğin, hiç bitmeyen cümleler oluşturmak için sıfat tümceciklerini, yani İngilizcede “who” ya da “which” ile başlayan cümleleri, özyinelemeli olarak yerleştirebilirim: “the shop, which is on Petticoat lane, which is near the Gherkin, which… (Şuradaki dükkân yani Gherkin’in yanındaki Petticoat yolundaki şuradaki …). Ancak artık insanların özyinelemeyi fark etme yeteneklerinde yalnız olmadığını biliyoruz. Avrupa’daki sığırcıklar da özyinelemeyi tanıyabiliyor. İnsan dil bilgisinin bu “eşsiz” özelliği, nihayetinde o kadar da eşsiz olmayabilir. Ayrıca, bu özelliğin insan dilleri arasında evrensel olup olmadığı da kesin değildir. Bazı araştırmacılar, bu özelliğin insan dil bilgisi evriminde oldukça geç, bir sebepten ziyade sonuç olarak, ortaya çıkmış olabileceğini öne sürdüler. 2005’te Amerikalı dil bilimci ve antropolog Daniel Everett Amazon yağmur ormanlarına özgü Pirahã dilinin hiç özyineleme kullanmadığını iddia etti. Eğer dil bilgisi doğuştan insanların beyninde varsa bu durum oldukça gariptir.

Evrensel olgular için bu kadar yeterli. Belki de dil iç güdüsünün daha ciddi bir problemi, bizim konuşmayı nasıl öğrendiğimizle ilgili yaptığı varsayımlardır. Dil ediniminin oldukça hızlı ve otomatik göründüğü gözleminin nedenini açıklamak amaçlanmıştır. Sorun ise, dil edinim sürecinin aslında olduğundan daha hızlı ve otomatik göstermiştir.

Doğuştan gelen Evrensel Dil Bilgisi’ne sahip bir çocuk ilk dilini öğrendiğinde ana dilindeki bir dil bilgisi kuralını fark etmek çocuğu, bu kuralı bütün durumlarda kullanması yönünde teşvik etmeli. “Cat” ismini ele alalım. Bir ebeveynin “cat” ismini kullanırken “the cat” diye bahsetmesi çocuğa, İngilizcedeki bütün isimlerin “the” artikelini alabileceğini gösterir. Evrensel Dil Bilgisi, isimlerin olacağını ve isimler üzerinde değişiklik yapabilmek için bir strateji olabileceğini varsayar, yani çocuk, bu sözcük türüyle karşılaşmayı bekler ve İngilizcenin isimleri değiştirme stratejisine, yani artikel sistemine, karşı tetikte olur. Birkaç kere bir isimden önce “the” duyması yeterli olacaktır; İngilizce öğrenen herhangi bir bebek, bu kuralı hemen kavrayabilmeli ve bütün isimlere serbestçe uygulayabilmeli. Kısacası, çocukların dili nasıl edindikleri konusunda kesintili sıçramalar görmeyi bekliyoruz. Yeni bir kuralın devreye girdiği her seferinde dil bilgisi karmaşıklığında atılımlar olmalıdır.

Dil edinimi, esrarengiz biçimde çabuk olabilir ancak zahmetli bir deneme yanılma sürecinden ortaya çıkar.

Chomsky’ninki, çarpıcı bir tahmin. Ne yazık ki gelişimsel dil psikolojisi alanındaki bulgulara karşı koyamıyor. Hatta tam aksine, çocuklar dil bilgisini oldukça parçalı biçimde öğreniyor. Mesela, İngilizcedeki artikel kullanımından devam edersek, çocuklar uzunca bir süre sadece belli bir artikeli (örneğin “the” artikelini), daha önce kullanıldığını duydukları isimlerde kullanacaklar. Ancak daha sonradan çocuklar, artikelleri daha da fazla isimle kullanarak duyduklarının üstüne koyarlar.

Bu bulgu, bütün dil bilgisi kategorilerimiz için geçerli gibi görünüyor. “Kurallar,” eğer beklediğimiz gibi doğuştan gelen bir dil bilgisi planı olsaydı, rastgele sıçramalarda uygulanmazlar. Karşılaştığımız dil bilgisel davranışlardaki kalıpları fark ederek dilimizi inşa ederiz, dahili kuralları uygulayarak değil. Zamanla çocuklar, karşılaştıkları farklı kategorilerdeki kelimelere ne uygulayacağını yavaşça çözer. Yani, dil edinimi, esrarengiz biçimde çabuk olabilir ama o kadar da otomatik bir tarafı yoktur: Zahmetli bir deneme yanılma sürecinden ortaya çıkar.

Peki, dil iç güdüsü neye benzerdi? Eğer dil, gelişim sırasında beyinlerimize özel bir araç koyan bir dil bilgisi geninden ortaya çıkıyorsa, dilin zihnimizde belirgin bir modül oluşturacağını varsaymak da doğal görünüyor. Beynin sadece dil için özelleşmiş, kendine özgü bir spesifik alanı olmalıdır. Diğer bir deyişle, muhtemelen beynin dil işlemcisinin enkapsüle, yani beynin diğer kısımlarının işleyişinin etkisinden etkilenmeyen şekilde, olması gerekir.

Aslında, yaklaşık son 20 yıldaki bilişsel sinir bilimi araştırmaları, dilin beyinde nerede işlendiğinin gizemini çözmeye başladı. Kısa cevap, her yerde. Bir zamanlar, Broca bölgesi olarak bilinen bölümün, beynin dil merkezi olduğu sanılıyordu. Bugün biliyoruz ki bu bölge, özellikle dil ile uğraşmıyor, dil bilimsel olmayan, diğer motor davranışlarla ilgiliydi. Ve dil bilgisi ve işlemenin diğer yönleri, beynin hemen hemen her yerinde mevcuttur. İnsan beyni, görüş gibi her farklı bilgi türlerini işlemek için uzmanlaşma sergilerken, sadece dil için özelleşmiş bir nokta yok gibi görünüyor.

Fakat belki de dilin eşsizliği, “nerede” sorusunda değil “nasıl” sorusunda ortaya çıkmaktadır. Ya nerede olduğundan bağımsız olarak dile özgü bir nörolojik işleme türü varsa? “Fiziksel” modülerite yerine “işlevsel” modüleritenin arkasındaki fikir de budur. Bunu göstermenin bir yolu da zekâları gerilemiş olsa bile dil yetenekleri normal olan bireyler veya bunun tam tersi durumda olan bireyleri bulmaktır. Bu, bilim insanlarının “çift çözülme” dedikleri, sözlü ve sözlü olmayan melekelerin birbirinden bağımsız olduklarının gösterilmesini sağlayacaktır.

Evrensel Dil Bilgisinin insan beyninde doğuştan gelmesi için, genler aracılığıyla aktarılması gerekir.

The Language Instinct (Dil İç Güdüsü;1994) isimli kitabında Steven Pinker, tam da böyle bir çözülmeyi savunmak için fikir verici çeşitli dil patolojilerini inceledi. Mesela bazı çocuklar, genel zekalarının normal görünmesine rağmen belli sözlü görevleri yerine getirirken, bazı dil bilgisi kurallarını kullanırken ve bunlara benzer başka durumları yerine getirirken zorlanmalarına sebep olan, Özel Dil Bozukluğu (ÖDB) diye bilinen bir rahatsızlıktan muzdariptir. Eğer ÖDB’nin sadece ince işitsel detayları algılayamamak olduğu ortaya çıkmasaydı bu gerçekten de ikna edici somut bir delil gibi görünüyor. Başka bir deyişle ÖDB, dilsel olmaktan ziyade motor becerilerdeki bir eksikliğin sonucudur. Benzer hikayeler, Pinker’ın iddia ettiği diğer çözülmeler için de söylenebilir: Sözel problemler her zaman dilden başka bir şeyden kaynaklı oluyor.

Önceki argümanların hepsi, beyinde dile özgü bir kısım olmadığını ileri sürüyor. Farklı birtakım kanıt daha da güçlü bir şeye işaret ediyor: Böyle bir şeyin olamayacağını. Evrensel Dil Bilgisi’nin doğuştan itibaren beynin mikro devresinde olması için, genler aracılığıyla aktarılması gerekir. Ancak nörobiyolojideki son araştırmalar, insan DNA’sının böyle bir şeyi yapabilecek programlama gücünün olmadığını ortaya koyuyor. Genomumuzun oldukça kısıtlı bir bilgi kapasitesi var. Genetik kodlarımızın büyük bir kısmı, daha başka bir şeye başlayamadan bir sinir sistemi oluşturmaya ayrılmıştır. Varsayılan bir Evrensel Dil Bilgisi gibi detaylı ve spesifik bir bilginin insan yavrusunun beyninde yazılması, DNA’mızın ayırabileceği kaynaklardan çok daha büyük bir bilgisel kaynağın kullanılması anlamına gelir. Yani dil iç güdüsünün genetik olarak aktarılabileceği gibi bir temel öncülü şüpheli duruyor.

Evrensel Dil Bilgisi ile ilgili son bir büyük problem var. Bu da insan evrimi ile ilgili yaptığı garip çıkarımlardır. Eğer dil genetik olarak doğuştan geliyorsa, o zaman evrimsel kökenimizde bir yerlerde açıkça ortaya çıkmış olması gerekiyor. Öyle ki, Chomsky teorisini geliştirirken Neandertal gibi diğer biyolojik cinslerimizde dilin olmadığı varsayılıyordu. Bu, dilin ortaya çıkabileceği zaman dilimini daraltıyor gibi görünüyordu. Bu sırada da kompleks aletlerin, mücevherlerin, mağara resimlerinin yapıldığı karmaşık insan kültürünün yaklaşık 50.000 sene önce nispeten geç ortaya çıkmış olması da bu durumu hem gerektiriyor hem de doğruluyor gibi görünüyordu. Chomsky, dilin 100.000 sene önce gibi yakın bir zamanda ortaya çıkmış olabileceğini ve genetik mutasyon sonucu oluşmuş olması gerektiğini iddia etti.

Biraz durun ve düşünün: Bu gerçekten garip bir fikir. Öncelikle, Chomsky’nin iddiası dilin makro-mutasyonla, yani kesintili bir sıçrama ile, ortaya çıkmış olduğuydu. Ancak bu, içerisinde böylesine büyük ve benzersiz sıçramalara yer olmayan ve büyük çoğunlukla gerçek olarak kabul edilen modern Neo-Darwinci senteze aykırıdır. Adaptasyonlar öyle birdenbire tamamen gelişmiş şekilde ortaya çıkmazlar. Dahası, Chomsky’nin görüşünün tuhaf bir sonucu, dilin iletişim amacıyla evrimleşmiş olamayacağıdır: Ne de olsa, bir şanslı bireyde dil bilgisi geni yoktan yere ortaya çıkmış olsa bile (ki olma ihtimali yok denecek kadar azdır), iki kişinin aynı zamanda aynı mutasyonu geçirme ihtimalleri çok daha az inandırıcıdır. Ve buna ek olarak, dil iç güdüsü teorisine göre, dünyanın ilk dil konuşabilen insanının muhtemelen konuşacak kimsesi de yoktu.

Bir yerlerde bir şeyler ters gitmiş gibi görünüyor. Ve gerçekten de şimdi, Chomsky’nin evrimsel varsayımlarının çoğunun yanlış olduğuna inanıyoruz. Neandertallerin ses yollarının yakın zamandaki canlandırımı, Neandertallerin, belki de nitelik olarak modern olan, bir miktar konuşma yetisine sahip olduklarını gösteriyor. Ayrıca, popüler mitin aptal canavarları olmaktan uzakta, 50.000 yıl önceki insan kültürel patlamasının yönlerinden farklı olmayacak şekilde mağara duvarlarına resimler yapma ve komplike taş aletler üretme yeteneği de dahil olmak üzere, sofistike bir maddi kültüre sahip oldukları da anlaşılıyor. Dilleri olmadan bu kültüre sahip olmak için gerekli olan karmaşık öğrenmeyi ve iş birliğini nasıl başardıklarını görmek zor. Dahası, son genetik analiz, epeyce melezleşme olduğunu ortaya koyuyor; çoğu modern insan, belirgin bir şekilde Neandertal DNA’sından birkaç parçaya sahip. Modern insanların ortaya çıkıp şanssız maymun-insanları ortadan kaldırmasından önce, erken Homo sapiensile Homo neanderhalensisbirlike yaşamış ve üremişler gibi görünüyor. Aynı zamanda bu iki türün birbiriyle iletişim kurmuş olabileceğini tahmin etmek de zor değil gibi görünüyor.

İyi hoş ancak sorular hâlâ duruyor. Neden günümüzde en karmaşık hayvan davranışı olan dile sadece insanlar sahip? Elbette, hayatta kalan en yakın akrabalarımızdan bizi ayıracak bir şey olmuş olmalı. Dil İç Güdüsü fikrine karşı olan taraf için zor olansa, bu şeyin ne olabileceğini söylemektir. Ve muhtemel bir açıklama da bizim “iş birlikçi zeka” diyebileceğimiz şeyden ve bunu 2 milyon yıldan uzun bir süre önce harekete geçiren olaylardan gelebilir.

Soyumuz, yani Homo cinsi, yaklaşık 2,5 milyon yıl öncesine dayanıyor. Ondan önce ise en yakın atamız, Australopithecines diye bilinen, muhtemelen şempanzeler kadar zeki olan temelde dik duran maymunlardır. Ancak bir noktada, ekolojik çevrelerindeki bir şey değişmiş olmalı. Bu erken dönem insan öncesi canlılar, günümüzdeki çoğu maymunun diyeti gibi meyve temelli beslenmeden, et temelli beslenmeye geçtiler. Bu yeni beslenme biçimi, farklı sosyal düzenlemeler ve yeni bir tür iş birliği stratejisi gerektirdi (ne de olsa büyük hayvanları tek avlamak zordur). Bu da daha genel olarak yeni iş birlikçi düşünce biçimlerini gerektiriyor gibi görünüyor: Avcıların ödülden eşit pay almasını garanti etmek ve ava daha az katılabilen kadın ve çocukların da pay almasını sağlamak için sosyal düzenlemeler ortaya çıktı.

Amerikalı karşılaştırmalı psikolog Michael Tomasello’ya göre, Homo sapiens ve Homo neanderthalensis’in ortak atası yaklaşık 300.000 yıl önce ortaya çıktığında, o dönemki insanlar çoktan karmaşık bir iş birlikçi zekâ geliştirmişti. Bu kadarı, insan ataları arasında karmaşık sosyal hayat ve etkileşimli düzenlemeler olduğunu gösteren arkeolojik kayıtlardan açıkça anlaşılmaktadır. Muhtemelen, sonradan dili şekillendirecek olan işaretleri ve bazılarına göre giderek karmaşıklaşan sembolik bir dil bilgisinin ortaya çıkışının bir sonucu olarak, özyinelemeli düşüncelerle uğraşabilme yetenekleri kullanıyorlardı. Yeni ekolojik durumları, insan davranışında amansızca değişimlere sebep olacaktı. Alet kullanımı ve iş birliğinin olduğu avcılığın yanı sıra erkeklerin tek eşli üreme ayrıcalıklarını avdayken de korunması gibi yeni sosyal düzenlemelerin de gerekecekti.

Özel bir dil iç güdüsü üstlenmemiz gerekmez, sadece bizi biz yapan türden değişimlere bakmamız gerekli.

Bu yeni sosyal baskılar, beyinin düzenindeki değişimleri hızlandırdı. Zamanla, dil için bir kapasite görmeye başladık. Ne de olsa dil, iş birliği davranışının paradigmatik örneğidir: Gelenekler, yani toplumda kabul edilmiş normlar, gerektirir ve yeni çevrenin talep ettiği tüm ek karmaşık davranışları koordine etmek için kullanılabilir.

Bu bakış açısından, özel bir dil iç güdüsü üstlenmemiz gerekmez, sadece bizi biz yapan türden değişimlere, konuşmanın yolunu açan değişimlere bakmamız gerekli. Bu, dilin ortaya çıkışını, örtüşen birçok eğilimden kaynaklanan aşamalı bir süreç olarak düşünmemizi sağlar. Mesela daha sonradan sesli tezahür edecek olan karmaşık bir jest sistemi ile başlamış olabilir. Ama elbette ki konuşma yolundaki en temel dürtü, iş birliği iç güdümüzün gelişmesiydi. Bununla beraber her zaman iyi anlaştığımızı kastetmiyorum. Ama neredeyse her zaman diğer insanları, bizim gibi, etkileyebileceğimiz düşünceleri ve duyguları olan akıllı varlıklar olarak tanırız.

Bu iç güdüyü, bebekler ana dilini öğrenmeye çalışırken görürüz. Çocuklar, Chomsky’nin öngördüğünden çok daha gelişmiş öğrenme kapasitelerine sahipler. Çevrelerindeki yetişkinlerin iletişim amaçlarını anlamaya başlamak için, belki de dokuz aylık gibi erken bir yaştan itibaren sofistike niyet tanıma yeteneklerini kullanabilirler. Ve nihayetinde bu da iş birlikçi zihinlerimizin bir sonucudur. Bu, dili küçümsemek için değil: Ortaya çıktığı andan itibaren, iyisiyle kötüsüyle dünyamızı şekillendirmemize izin verdi. İnsanlığın muazzam icat ve değiştirme güçlerini serbest bıraktı. Ama durduk yere ortaya çıkmadı ve hayatın kalanından ayrı bir şey de değil. En sonunda da 21. yüzyılda, Evrensel Dil Bilgisi mitini bir kenara atacak ve insanlığımızın bu eşsiz yönünü olduğu gibi görmeye başlayacak bir konumdayız.


Vyvyan Evans- “Real talk”, (Erişim Tarihi: 28.09.2020), Erişim Kaynağı: https://aeon.co/essays/the-evidence-is-in-there-is-no-language-instinct

Çevirmen: Çağan Fırtına

Çeviri Editörü: Can Kalender

TOBB Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı'nı tamamladı, şu an ODTÜ İngiliz Edebiyatı yüksek lisans öğrencisidir. 18. yüzyıldan günümüze İngiliz edebiyatı en büyük tutkularından. Sosyoloji, psikoloji ve siyaset felsefesi ile akademik olarak ilgili. Orta seviye Almanca bilgisine sahip.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Bir Sürü Feminizm

Sonraki Gönderi

Çiftlik Hayvanlarının Bir “Şey” Değil, Birey Olduklarıyla Yüzleşme Vakti – Lori Marino

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü