Paralel Evrenler – Marina Benjamin

İnsanlık tarihi çoklu evrenlere eğilim gösterirse başarı, ilerleme ve ahlak konusundaki fikirlerimize yine de güvenebilir miyiz?

//
1652 Okunma
Okunma süresi: 13 Dakika

Andy Murray’in Wimbledon 2012 finalinde Roger Federer’e karşı yaptığı beklenmedik güçlü başlangıç, Daily Telegraph köşe yazarı Matthew Norman’ı bilim kurgusal bir ruh haline sokmuştu. “Doctor Who’nun dertsiz tasasız, kolaylıkla geçiş yaptığı paralel evrenlerden birinde gibiydik,” yorumunu yaptı. Bir yıl sonra, Murray’in şampiyon olmasıyla bu alternatif dünya gerçeğe dönüşmüş ve gazetecileri aynı tanıdık imajı başkalarına da uygulamak zorunda bırakmıştı. Daily Mail, Murray’i çiftlerde Grand Slam şampiyonu olmasına rağmen hala bir daire kiralayıp Ford Fiesta kullanan Jonny Marray’la karşılaştırarak “Asıl gerçek şu ki tenise tutkusu olan iki şampiyon paralel bir evrende yaşayıp çalışıyor.” demişti.

Peki bu paralel evren fikri nereden geldi? Bilim kurgu bunun bariz kaynaklarındandır: 1960’larda Philip K Dick’in The Man in the High Castle (1963) adlı romanı; Amerika’nın Nazilerin kukla devleti olduğu alternatif bir dünya yaratır; Kaptan Kirk, Star Trek’in ‘Mirror, Mirror’ adlı bölümünde ‘diğer benliği’ ile karşılaşır. O zamandan beri bir romantik komedi olan Sliding Doors’daki (1998) çetrefilli yollar ve Philip Roth’un anti-semitik pilot Charles Lindbergh’in Roosevelt’i 1940’ta yenmesini öngören The Plot Against America (2004) adlı romanındaki tüyler ürpertici ‘Ya öyle olsaydı?’ yı aktaran paralel evren fikri ana akım haline gelmiştir. Öte yandan bilim gerçeğini de göz ardı edemeyiz. 1935’te Erwin Schrödinger, yaşamı ya da ölümü kuantum bir olayla bağlantılı olan kutudaki bir kediyle ilgili ünlü düşünce deneyini önermiş ve 1957’de Amerikalı fizikçi Hugh Everett, Schrödinger’in birinde kedinin yaşadığı, diğerinde kedinin öldüğü kutuları açma eyleminin evrenlerin bölünmesini gerektirdiğini öne süren “çoklu dünyalar” teorisini geliştirmişti.

Son zamanlarda fizikçiler, olası dünyaların ‘çoklu evrenini’ cesurca destekliyorlar. Örneğin, Richard Feynman ışığın A’dan B’ye giderken tüm olası yolları izlediğini ancak diğer yolların birbirini götürdüğünden gördüğümüz yolun en hızlı yol olduğunu söylemişti. The Universe in a Nutshell‘de (2001) Stephen Hawking, spordan örnek vererek ve Belize’nin Olimpiyat Oyunlarında her altın madalyayı kazandığı paralel bir evrenin var olduğunu “bilimsel gerçek” olarak ilan etmişti. Hawking’e göre evren, zar attıkça farklı yollara götüren bir çeşit “kozmik kumarhane”dir; biz evrenlerden birini görüyoruz fakat tüm evrenler gerçek.

Borges, okumaya değer bir sayfa bulmak için bile zavallı bir ruhun kaç milyon ışık yılı seyahat etmesi gerektiğini hiç düşünmemişti.

Yine de paralel evren fikri şaşırtıcı bir şekilde bu referansların hepsinden son derece eskidir ve Antik çağlardan beri felsefe ve edebiyatta görülür. ‘Çoklu evren’ kelimelerinin bile klasikleşmiş hali vardır. William James’in 1899 İngiliz Gülleri koleksiyonundaki şair Frederick Orde Ward terime ruhsal bir biçim verirken (‘Onunla, onsuz, hiçbir yerde ve her yerde; /şimdi muazzam evrenin temeli…), William James, 1895’ten kalma bir dergi makalesinde ‘deneyimin çoklu evrenine’ değinmiştir.

Evrenin sonsuz bir boşlukta hareket eden atomlardan oluştuğuna inanan Demokritos, bu gizli tarihin en uç noktasındaki kişidir. Zamanla, bunlar mümkün olan her şekilde bir araya gelecek ve yeniden birleşeceklerdir: Çevremizde gördüğümüz dünya, görünmesi kesin olan birçok dünyadan sadece biridir. Atomların bazen rastgele ani bir harekete (‘sapma’) maruz kaldığını düşünen Epiküros’a göre geleceğin tümü Demokritos için olduğu gibi mekanik ilkelerle çizilmemiştir. Birden fazla yolu vardır. Epikürcülük, sadece fiziksel bir teori değil, genel olarak bir yaşam felsefesi olarak Roma dönemine kadar varlığını sürdüren bir öğretidir. Lucretius’un şiiri De Rerum Natura’dave Academica’nın bir pasajında Cicero tarafından anılmıştır:

Sayısız dünyanın var olduğuna inanır mıydınız… ve şu anda Bauli’ye yakın bir yerde ve Puteoli’ye bakıyor olduğumuz gibi isimlerimiz, itibarımız, başarılarımız, zihinlerimiz, görünüşümüz, yaşımızla tıpatıp benzer sayısız insanın olup aynı konuları konuştuğuna?

Epikurosçu atomculara göre tarih, tesadüfi çarpışmaların birbirini takip etmesiydi. İnsan ilişkileri, tanrıların iradesine değil, maddenin yasalarına veya tamamen tesadüflere tabiydi ve olayların sonuçları her yerde ve her zaman başka türlü olabilirdi. Nitekim Livy (atomcu olmayıp şansa inanan biri), Büyük İskender İtalya’yı işgal etseydi neler olabileceği konusunda tahminde bulunmuştu. Bu tür ‘Ya öyle olsaydı?’ senaryoları, insan ilişkilerinin seyrine yön veren ilke olarak taktiri ilahiyi kabul eden sonraki Hristiyan tarihçiler tarafından kaçınıldı. Shakespeare’in Hamlet’de dediği gibi: ‘Sonlarımızı belirleyen ilahi bir düzen var, / nasıl olacağı son derece keskin.’

17. yüzyılda matematikçi ve felsefeci olan Gottfried von Leibniz yeni bir tür çoklu evreni tanıttı. Pek çok doğal sürecin ‘optimize edilmiş’ görünmesi ilgisini çekmişti– sabun köpüğü küresel olarak yüzey alanını en aza indirir; ışık huzmeleri uzayda en kestirme yolu kullanırdı. Bunun ilahi bir elin işi olduğunu tespit ederek Leibniz, evrenin Tanrı tarafından her ayrıntıda optimize edildiğini öne sürdü. Böylece muhtemel dünyaların en iyisinde yaşadığımız fikri (Voltaire tarafından Candide’de acımasızca parodisi yapılan) ‘optimizm’ doğdu. Teoriyi kötülüğün neden var olduğu sorununa uygulayan Leibniz, ona her biri olası bir dünya olan sonsuz ve çok odalı bir piramit olarak grafiksel bir form verdi. Piramidin zirvesindeyse yaşadığımız tek gerçek dünya var. Leibniz, kötü şöhretli Sextus Tarquinius’un çeşitli olası yaşamlarını modelleyerek Sextus’un çoğu odada erdemli bir yaşam sürdüğünü ancak en yüksek düzeyde Lucretia’ya tecavüz ettiği ve sürgüne gönderildiği yorumunu yaptı. Neden mümkün dünyaların en iyisi bu? Çünkü Sextus Tarquinius’un sürgünü Roma Cumhuriyeti’nin kurulmasına yol açar: Kötü bir eylem daha büyük bir iyilik getirir. Ya da iyimserlerin bugünlerde felaketle yüzleşmeye çalışırken söylediği gibi, her şeyin bir nedeni vardır.

Demokritos’tan (ateist) farklı olarak Leibniz, muhtemel dünyaların, gerçek varoluş için bunlardan birini seçen Tanrı’nın zihninde tamamen mevcut olduğunu iddia etti. Onun evreni bir hologram gibi Tanrı tarafından her zihne yansıtılır ve bir ‘düzen ilkesi’ ile tutarlı hale getirilirdi. Onu hakiki yapan şey, Tanrı’nın yardımseverliğiydi: O, bizi sahte bir dünyanın gerçekliğine inandırmak gibi kötü bir oyun oynamazdı. Bu senaryo, The Truman Show (1998) ve The Matrix (1999) gibi karanlık netameli filmlerde çok daha sonraki yazarların düşünmesi için bırakılacaktı.

Alexander Pope’un ‘İnsan Üzerine Bir Deneme’ (1734) adlı şiiri Leibnizci bir iyimserliğin sürdürülmesine yardımcı oldu (‘Olan her neyse, doğrudur’) ve sadece 19. yüzyılda dünyanın tesadüfen şekillendirilebileceği fikrinin kayda değer bir şekilde yeniden ortaya çıkışını görüyoruz. Geleceğin başbakanı Benjamin’in babası olan İngiliz bilim insanı Isaac D’Israeli, 1823’te ‘insanların ve ulusların kaderinin genellikle tek bir olay etrafında döndüğünü’ öne sürmüştü. ‘Olmayan Olayların Tarihi Üzerine’ (1830) adlı makalesinde, Cromwell’in İspanya ile ittifak kurduğunu ya da Arap egemenliği altında bir Müslüman Britanya’yı (‘sarık takmalıydık, sakallarımızı tıraş etmek yerine taramalıydık, Yunanlılardan daha muhteşem bir mimari görmeliydik’) kafasında canlandırarak tarihle ilgili ‘Ya öyle olsaydıları’ inceleyerek Livy’nin eski örneğini taktir etti.

D’Israeli’nin denemesi, Philip K Dick ve diğer pek çok kişinin, genellikle yönetici seçkin sınıfın iktidara sahip oldukları varsayımına karşı tahrip edici bir tepki olarak aldığı ‘alternatif tarih’ türünün ilk örneklerinden biridir. Bundan önce Fransız siyasetindeki karışıklıklar, bu tür revizyonist spekülasyonlar için verimli bir alan olduğunu kanıtladı. Louis Geoffroy’un yazdığı Napoléon et la conquête du monde (1812), muzaffer imparatoru Britanya’ya getirirken, 1854’te Joseph Méry’nin Histoire de ce qui n’est pas (‘Hiç Olmamış Şeylerin Tarihi’) adlı eserinde Hindistan’a gitti. Charles Renouvier’in Uchronie’si (1876) Avrupa tarihinin eksiksiz bir şekilde yeniden yazılmasını önerdi. Hepsinden daha ilginç olanı, Louis-Auguste Blanqui’nin L’éternité par les astres (1872) adlı kitabı, Napolyon’un Waterloo savaşını kazandığı fiziksel olarak gerçek gezegenlerin var olduğunu iddia etmek için 19. yüzyıl atom teorisini kullanan Demokritos çoklu evreninin güncellenmiş bir versiyonunu sundu.

Ömrü boyunca devrimci bir provokatör olan Blanqui, kontrolünde olduğu her rejim tarafından hapsedildi. Paris Komün üyeleri, başkanları olabilmesi için onun serbest bırakılmasını talep ettiler ve Karl Marx, dilekleri yerine getirilseydi Komün düşmeyebilirdi dedi. Fakat Blanqui, Marx ve onu anarşist olmakla suçlayan ortağı Friedrich Engels için bile fazla solcuydu.

Engels gibi, Blanqui de bilimsel spekülasyonlarla ilgileniyordu. Zamanın iki büyük teorisinin olasılığa dayanan doğasını takdir edecek kadar çağdaş bilimi öğrenmişti: termodinamik ve doğal seçilim. Ayrıca, siyasi ideoloji ile bilimsel yorum arasındaki yakın bağlantıyı da takdir etmişti. Doğal seçilim teorisinin aslında sınıf çatışması kavramı olmaksızın kapitalizmin bir tanımı olduğunu söyleyen Marx’tı ancak Blanqui bu gözleme kesinlikle katılırdı.

Şehirde tesadüfen karşılaşıp hayatınızı değiştirebilecek bir yabancıya rastlayabilirsiniz; ama bir köyde rastlamazsınız.

Aslında Marx, felsefedeki doktorası için Demokritos atomculuğunu incelemişti ve kendi tarih teorisi de benzer şekilde mekanikti: proletaryanın nihai yükselişi, bir elmanın düşüşü kadar kaçınılmazdı. Tarih gelişimdi ve sınıf mücadelesinin yönlendirdiği tek bir yöne gidebilirdi. Blanqui için atomizm farklı bir evreni ima ediyordu çünkü devrimin başarılı olduğu gezegenlerin yanı sıra başarısız olduğu veya şu anda başarısız olan gezegenler de vardı. Her an aslında bütün olası varyasyonlarda farklı yerlerde tekrarlanan uzayda bir sonsuzluktu. Tarihsel ilerleme bu nedenle yanıltıcıydı —daha büyük bir çoklu evrende anlamı olmayan yerel bir fenomendi.

Blanqui’nin gelecek vadetmeyen ama sözde rasyonel vizyonu, eğitimli zihnin diğer 19. yüzyıl kabuslarının bilimsel olmayan muadili olarak görülebilir: evrenin sıcak ölümü veya türlerin yok oluşu. Bu görüş daha sonra Alman edebiyat eleştirmeni ve Felsefeci Walter Benjamin’nin dikkatini çekmişti.

1920’lerde Benjamin, 1940’ta öldüğünde parçalı ve düzensiz bir durumda kalan, bir dizi alıntı ve yorumdan oluşan sonrasında The Arcades Project haline gelecek olan 19. yüzyıl Paris’i üzerine bir çalışmaya girişti. Eserin yan başlıklarından biri Benjamin’in kumarın ve tahmin yürütmenin yükselişini, zarların her atışının yeni bir başlangıcı, yeni bir dünyayı temsil etme şeklini yorumladığı ‘Baudelaire’deki Bazı Motifler Üzerine’ denemesiydi. Benjamin’in bunu her bir bileşenin yepyeni ancak bir öncekiyle aynı olduğu fabrika taşıma bandına benzetmişti: Bir makine operatörü, bir gününü basit bir fiziksel hareketi hiç durmadan tekrarlayarak geçirir, sonra aynı şeyi bir kumar makinesinde yapmaktan keyif alır. Bir şeyin kendi devamlılığı için gerçekten üretmesi gereken tek şey sürekli artan ihtiyaç duygusu olduğunda, makineleşmiş dünya (kapitalizmin kendisi gibi) sürekli olarak yenilenen umudun bariz bir teklifidir.

Benjamin’e göre 19. yüzyıl dünya görüşünde son derece yeni olan şey kalabalıktı -yani istatistiksel kitleydi. Benjamin, termodinamik veya doğal seçilim yerine ETA Hoffmann’ın ‘Kuzenin Köşe Penceresi’ (1822) ve Edgar Allan Poe’nun bireyden ziyade birlikteliği ele alan yeni görüşü dramatize eden ‘Kalabalıkların Adamı’ (1840) adlı iki hikayeden bahseder. Bununla birlikte, şansın yükselişi insanların hayatlarında bir etken haline gelir. Şehirde tesadüfen karşılaşıp hayatınızı değiştirebilecek bir yabancıya rastlayabilirsiniz; ama bir köyde rastlamazsınız.

Borges (1899-1986)

Çalışmaları sırasında Benjamin, Baudelaire’in Blanqui’ye olan özel hayranlığını keşfetmiş ve belki de 1930’ların sonlarında bu şekilde L’éternité par les astres‘i okumaya başlamıştı.  Felsefeci arkadaşı Max Horkheimer’a bu konuda heyecanla yazdı. Benjamin’e göre, Blanqui’nin teorisi, eski devrimcilerin savaştığı her şeye trajik bir teslimiyeti temsil ediyordu–Topluca üretilmiş tüketim malları gibi çoğaltılmış dünyalar, edilgenlik ve bıkkınlık ile evren bilimi olarak yeniden şekillendirilmiş bir burjuva varoluş vizyonu.

Aşağı yukarı aynı zamanda ve oldukça bağımsız bir şekilde, Blanqui’nin kitabı Arjantin’de Jorge Luis Borges (kitabı arkadaşı ve aynı zamanda yazar olan Adolfo Bioy Casares ile paylaşan) tarafından okundu. Casares, kısa bir öykü yazmak için ilham aldı ve ‘La trama celeste’ (1948) — ‘Göksel Arsa’ — (bir pilotun kaza sonrası kendisini paralel bir dünyada bulmasını konu alır) adlı kitabı yazdı; olay örgüsü Blanqui’nin kitabının farklı evrenlerde farklı sayfa numarası verilmiş kopyalarına dayanmaktadır.

Borges, 1936 tarihli ‘Sonsuzluğun Tarihi’ adlı makalesinde Blanqui’ye atıfta bulunur. Borges’a göre Blanqui’nin eşsiz bir vizyonu vardır. ‘Babil Kütüphanesi’ (1941) adlı kısa öyküsünde anlattığı arşiv gibi rastgele oluşturulmuş metinler arasında olası her kitabı içeren bir binaya benzer. Borges’in hiç düşünmediği şey ise hikayesinde okumaya değer bir sayfa bulmak için zavallı bir ruhun kaç milyon ışık yılı seyahat etmesi gerektiğidir. Yerli halktan herhangi biri için kütüphane kaostan ayırt edilemez olurdu ve mekanın düzene girmesi ancak aydın düşüncenin ulvi bakış açısıyla mümkün hale gelebilirdi. Fakat Benjamin için çoklu evren zihinsel bir salon oyunu değil, onu üreten toplumun lanetli bir yansımasıydı.

The Arcades Project‘e önerilen bir girişte Benjamin, Blanqui’nin çoklu evrenini Baudelaire’in birbiriyle tıpa tıp aynı, peşi sıra gelen yaşlı adamları ve onları ‘kötü bir olay örgüsü’ içinde çoğalan tek bir adam olarak hayal eden ‘Les sept vieillards’ (“Yedi Yaşlı Adam”, 1857) adlı şiiriyle karşılaştırır. Benjamin, bunu çağdaşlığın kendisinin bir görüntüsü olduğunu söyler. Böyle bir insanlıktan uzaklaştırmanın nihai sonucu faşizmin yükselişidir. Tarih felsefesi üzerine yazdığı son makalelerinden birinde Benjamin, faşizmi anlamak için baskıcı bir rejimde her günün nasıl yeni bir acil durum olarak sunulduğunu anlamamız gerektiğini söyler.

Savaşın alternatif tarih için örnek teşkil eden bir ayrım noktası olduğu göz önüne alındığında belki de faşizm tehdidi 1940’larda paralel dünya hikayelerinin popülaritesinin artmasını, bazen It’s a Wonderful Life (1946) filmindeki gibi arzulardan kaçış olarak aksi taktirde kolayca gerçekleşebilecek alternatiflerin uyarıları olarak açıklayabilir. Örneğin Borges’in ‘Tlön, Uqbar, Orbis Tertius’ (1940) adlı kısa öyküsünde, icat edilmiş bir dünya, gerçekliğin kendisinin çökmesine neden olur. Bir yıl sonra Borges, ‘Yolları Çatallanan Bahçe’ adlı bir savaş zamanı ajan hikayesinde dallara ayrılan gerçekler temasını yeniden işlemiştir. Amerikalı fizikçi Seth Lloyd, 1983’te Cambridge’deki bir resepsiyonda Borges ile tanıştığında bu hikayenin Hugh Everett’in çoklu dünya kavramını tüyler ürpertici bir şekilde önceden şekillendirdiğinin farkında olup olmadığını sorar. Borges bunu hiç duymamıştır ancak fiziğin bazen edebiyatı takip etmesinin onu şaşırtmadığını söyler. Ne de olsa fizikçiler de edebiyatın ve tarihin okuyucularıdır.

Everett, Feynman ve diğerlerinin teorileri oldukça tekniktir ancak onları sıradan bir dille açıklamak isteyen fizikçiler, diğer herkes gibi çok uzun zamandır olan aynı sıradan mevcut şekli ve metaforu kullanırlar. Feynman’ın ışığın tüm olası yolları izlemesi fikri esasen Leibniz’indir fakat Feynman Tanrı’ya ihtiyaç duymaz. Bununla birlikte günümüzün iyimserliği artık her şeyin en iyisi için olduğu inancı değil; bu evrensel piyangoda ister Andy Murray olun ister sadece bir piyango bileti alıyor olun, herkesin kazanabileceği inancıdır.

Teorik fizikçi olarak eğitim aldıktan sonra çağdaşlarımın çoğu finans işine girerken ben kendi halimde roman yazmaya başladım. Ve bakın bizi nereye getirdiler. İyimserlik güzeldir fakat bazen bilim insanlarına ‘gerçeğin’ dikkatle ele alınması gereken bir kelime olduğunu hatırlatmak gerekir.


Marina Benjamin– “Parallel worlds“, (Erişim Tarihi: 09.11.2021)

Çevirmen: Esra İnan

Çeviri Editörü: Beyza Nur Doğan

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Epistemoloji: Bilgi Felsefesi – Casey Scott

Sonraki Gönderi

Ölüm Felsefesi: Ölümden Korkmak Mantıklı mıdır? – Casey Scott

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü