İnanmanın Günahı – Arif Ahmed

//
1847 Okunma
Okunma süresi: 12 Dakika

”İnancın Etiği” (1877) İngiliz matematikçi ve filozof W. K. Clifford tarafından yazılmış bir denemedir. Basit bir prensibin oldukça açık ve içten bir savunusunu yaptığı için zamana meydan okumuştur:

Yeterli kanıt olmadığı sürece bir şeye inanmak her zaman, her yerde ve herkes için yanlıştır.

Bu yeni bir düşünce değildi. Locke ve Hume benzer şeyler söylediler; hatta eğer aydınlanmanın aksiyomu diye bir şeyden bahsedeceksek o zaman bu batıl inançla doğru şekilde oluşturulmuş inancı birbirinden ayıran kanıt duyarlılığıdır. Clifford’un denemesindeki talebin ahlaki tonu özellikle belirgindir: onun düşüncesine göre bir şeye doğruluğu haricinde bir temele bağlı olarak inanmak günahtı. Ancak bu da yeni bir düşünce değildi; Bunu daha önce Milton’un Areopagitica’sından alıntıladığı şu ünlü bölümde duyuyoruz:

İnsan hakikat içinde bir sapkın(kafir) olabilir; ve eğer o yalnızca papaz söylediği için, ya da meclis öyle belirlediği için, başka bir sebep olmaksızın inanıyorsa inandığı doğru olsa dahi sahip olduğu hakikat o kişinin sapkınlığına dönüşür.

”İnancın etiği” sözde doğru etiğe dahil olsa da olmasa da Clifford’un prensibi kaçınılmaz olarak dışsal yaşamımızı etkileyen içsel hayatımızı yönlendirmek için bir idealdir. Denemenin içeriği ya da tonu orijinal olsa da olmasa da denemenin temel noktası vurgulanır ve tekrarlanır.

Bu ideal oldukça açık gözüküyor ancak bunun gerekliliklerini gerçekten karşılayan birileri var mı? Hepimiz eğitimli ve zeki insanların iklim değişimi ya da mültecilik gibi konulardaki inançlarının kanıtla ilgisi olmadığını hatta bu inançlara kanıtlara rağmen sahip olduklarını biliyoruz. 2010 yılında Hjernevask (”Beyin Yıkama”) isimli adı çıkmış bir Norveç belgeseli Nordic Gender Institute (Nordik Cinsiyet Enstitüsü) çalışanı sosyal bilimcilerin doğuştan gelen biyolojik bileşen hakkındaki birçok kanıta rağmen cinsiyetin bir ”sosyal inşa” olduğu inancına nasıl bağlandıklarını açıkça gösterdi. Ve aramızdan yalnızca az sayıda iyi yetişmiş kişi  (örneğin) zekanın ırka bağlı olarak farklılıklar gösterebileceği olasılığını düşünecektir, sebebi de buna karşı bir kanıtımız olması değil ancak bu düşüncenin kendisini iğrenç bulmamızdır.

Yine de durumun en kötü olduğu konu, ve muhtemelen hep en kötü olan, dindir. İsrail, Birleşik Devletler ve İran dünyanın en iyi eğitimli popülasyonlarına sahip ülkelerdendir. Bu insanlar iklim değişikliğinin yaşanmadığına, 9/11 felaketlerinin yalanlandığına, aya gitmenin sahnelendiğine dair evrenin yaratıcısının İsrailli çocuklara karşı özel bir ilgiye sahip olduğuna, Tanrı’nın oğlunun çarmıha gerilmekten kurtulduğuna ya da son peygamberinin mağarada bir melekle tanıştığına olduğundan daha fazla kanıt olduğunu biliyor olmalı. Yine de milyonlarcası bunlara inanıyor ve çocuklarına da bunları ve bunlar kadar imkansız şeyleri öğretmeye yalnızca kahvaltıdan önce* değil sürekli olarak devam ediyor. Ve Clifford’un denemesinin yayınlandığı 1877’den beri buna gelen en kuvvetli eleştirileri hep din savunucusu kimseler yapmıştır.

Bunun erken dönem, ünlü bir örneği William James’in ”The Will to Believe” (İnanma İstenci) (1896) isimli denemesi olabilir. James dini inancın hatalı olma riski taşımasına karşın inançsızlığın çok önemli bir gerçeği kaçırma riski taşıdığını savunur. Kanıt – ya da kanıtın yokluğu- hangi riskin alınması gerektiğini belirleyemez: bu senin -yazarın kişinin ”tutkusal doğası” olarak adlandırdığı- kendi içinde karar vermen gereken bir şeydir.

”Yeterli kanıt” bulunana dek skeptik olmayı bir görev gibi vaaz etmek, dini bir hipotezin yanlış olmasından korkmanın doğru olmasına dair umut beslemekten daha iyi ve bilgece olduğunu söylemeye eşdeğerdir. Öyleyse bu tüm tutkulara karşı akıllıca değildir, yalnızca bir tutkunun kurallarını belirlemek için akıllıcadır.

Bunun ötesinde inançsızlığın riski özellikle ağırdır. Dini reddetmek, eğer din doğruysa, ”hayatta kazanan tarafta olmak için sahip olunan tek şansı kaybetmek” demektir.

Bu son yorum Pascal’ın ünlü bahsini çağrıştırır; tüm argüman benzer bir cevaba sahiptir. Ortada binlerce din vardır. Tüm dinler doğru olamaz (buna karşın hepsi yanlış olabilir). Birini kabul etmek diğer hepsini reddetmek anlamına gelir. Sonuç olarak Clifford Budizm ve İslam üzerinde şu sonuca varır:

Peygamber bize tek bir tanrı olduğunu ve ona inanıp inanmamıza bağlı olarak sonsuza değin neşe ya da keder içinde yaşayacağımızı söyler. Buddha bize tanrının olmadığını ve eğer yeterince iyiysek zaman içerimizde yok olacağımızı söyler. İkisinden biri yanılıyor olmadan gerçeğe ulaşmış olamaz; ya biri ya öbürü bir yanılgının kurbanı olmalı… hangisinin bu kurban olduğunu söylemeye kim cüret edebilir?

Ve içlerinden birini ya da gittikçe büyüyen bir marketten herhangi bir peygamberi kabul etmenin nasıl bir kişinin ”kazanan tarafta olma” şansını arttırdığının makul olduğunu düşünelim?

James’in yanıtı tüm dinlerin bu ortak doktrini yansıttığı şeklindedir:

En iyi şeyler daha ebedi olan, örtüşen, evrendeki son taşı atan, tabiri caizse son sözü söyleyen şeylerdir. ”Mükemmellik ebedidir”

Ancak bu ,eğer bir anlamı varsa, milyonlarca insanın bağlı olduğu, değişimli olarak birilerini sevip öldürmemizi emreden gerçek dinlerin standartlarını karşılamıyor. Bizim bilmek istediğimiz şey -Clifford’un bilmek istediği şey- şudur: kanıtlar güçlü bir şekilde tersini gösterirken neden herhangi birini takip edelim?

Bu duruş fazla güçlü görünebilir. Kanıtların bu iddialara karşı bir şey sunduğundan ziyade örneğin dirilme ya da Kuran’ın mucizevi kaynağı hakkında bizi hiçbir yöne götürecek veriler sunmadığını ve yalnızca inancın askıya alınması sonucuna götürdüğünü söylemek daha doğru olmaz mıydı?

Hayır. Kuşkusuz İsa’nın mucizelerine ya da Muhammed’in peygamberliğine karşı kanıtlar öylesine alelade ve her yerde bulunabilecek cinstendir ki bunları kolayca gözden kaçırabilirsiniz ancak daima orada bir yerdedirler. İnsanlık tarihinde bir adamın Tanrı’dan melek aracılığıyla vahiy aldığı, ölüleri dirilttiği ya da insanları kendi adına yargılamaya, öldürmeye ve ölmeye motive edecek bir otorite edindiği her olay tartışmalıdır. Bu gibi şeyler iddia eden foyası meydana çıkmış ya da hilekar karakterlerin sayısız tartışmalı olayı vardır.

Her ne kadar inançlılar bazen bununla karıştırsa da elimizdeki pozisyon dinin temeline gelecek olası kanıtların tamamının dogmatik bir reddi değildir. Dünyadaki olaylara sıklıkla ve kesin olarak tescillenmiş bir şekilde ilahi müdahelelerde bulunup adaletsizlikleri düzelten, fakirleri, hastaları ve zayıfları savunan, tüm insanlık adına tek başına net bir şekilde seslenen bir Tanrı’nın yarattığı bir dünyayı hayal etmek oldukça kolaydır. Aynı şekilde bahsi geçen dünyanın bizimki olmadığını görmek eşit derecede kolaydır; ya da eğer Hristiyan dünyasındaki en parlak akıllar son iki milenyumu bu hakikatin üstünü örtmeye çalışarak harcamasalardı öyle olabilirdi. Hangi dini inancın Clifford’un idealinde yaşayabileceğine göre bazı kanıtlardan bahsedilebilirdi. Ancak öyle görülüyor ki ortada bu tarz bir kanıt yok. Ya da Kant’ın da söylediği gibi kanıtın olduğu tarafta olmak bir inanç meselesi de değildir. Tüm kanıtlar inançsızlığın tarafında.

James’in argümanı Clifford’un yaşadığı zamanlarda da bizim zamanımızda da dinler için hiçbir işe yaramıyor. En iyi ihtimalle açıklamasının şatafatlı olduğu kadar anlamsız bir içeriğe sahip tatsız bir deizmin hantal savunusunu oluşturuyor.

Clifford’a gelen çok farklı bir cevap sonraki yüzyılın en önemli filozoflarından birinin çalışmasından ortaya çıkıyor. Her ne kadar kimse ona geleneksel anlamda dindar diyemeyecek olsa da dini endişeler ya da herhangi bir oranda dini tavır Ludwig Wittgenstein’ın yaşamına ve çalışmalarına yayılmıştır. ”Dua etmek”, ”hayatın anlamı hakkında düşünmek” anlamına gelir diye yazmıştı.

Wittgenstein’ın düşüncesine göre her ne kadar ”inanç” bazı insanların dine karşı tavrıyla insanların bilimsel ve günlük meselelere karşı sahip olduğu tüm tavırları kınasa da bunlar aynı tavır değildir. Dini ”inanç” bir doktrinin kabul edilmesi anlamına gelmez. Bir yaşam biçimidir. ”İnanıyorum ki Hristiyanlığın söylediği şeylerden birisi de mantığa uygun doktrinlerin tamamının kullanışsız olduğudur. Yani sana yaşamını değiştirmen gerektiğini söyler.’

Ludwig Wittgenstein (1889-1951)

Sonuç olarak Hristiyanlardan Clifford’un herkes için talepte bulunduğu inanç için kanıt sunma talebi bir çeşit kategori hatasıdır. Bu bir tenisçiyi kriket kurallarını çiğnediği için azarlamaya benzer. Wittgenstein şöyle demiştir:

İnanca sahip insanlar herhangi bir tarihi önerme için normalde sahip olacakları şüpheye sahip değiller… Bu insanlar elimizdeki kanıtlara normalden farklı bir şekilde muamele gösteriyor. Bir konuda aşırı derecede dayanaksız görünebilecek kanıtlar üzerine bir şeyler inşa ediyorlar. Bu kanıtlar üzerine devasa büyüklükte yapılar kuruyorlar. Peki onların bunu yapmakta makul olmadığını söyler miyim? Onların makul olmadığını söylemezdim.

Ve İsa’ya ya da Muhammed’e dair düşüncelerde bulunmak, şüphe etmek ve hatta tarihi kanıt sağlamak asıl noktayı göz ardı etmek olurdu. Gerçek bir müminin bu gibi incelikli meseleler için vakti yoktur. ”Asıl nokta şu ki eğer ortada bir kanıt olsaydı bu tüm olayı mahvederdi. Normalde kanıt olarak göreceğim hiçbir şey beni ucundan bile etkilemezdi.”

Ancak Hristiyan ve Müslümanların ”insanlar herhangi bir tarihi önerme için normalde sahip olacakları şüpheye” karşı dayanıklı olduklarını düşünsek (pek olası değilse de) dahi bu onların böyle yapma hakları olduğunu hiçbir şekilde göstermezdi. Her şeyden önce Wittgenstein’ın yöntemiyle neredeyse tüm dogmaları savunabilirsiniz. Örneğin, bu şekilde ayda yüründüğünü reddedebilirsiniz çünkü bunu yaptıklarına dair kanıt, ”sıradan” şekilde muamele edildiğinde ezici bir gücü olan, size uygun özel bir şekilde değerlendirildiğinde basitçe alakasızdır. Dini farklı kılan nedir?

C. S. Lewis dinin farklı olduğunu çünkü bizzat içeriğinin kendisine karşı olan ”kanıtlara” olağandışı bir tavrı ima ettiğini düşündü:

Eğer insan hayatı bizim gerçek ihtiyaçlarımızı ve en iyi ne şekilde tatmin edilebileceklerinin bilgisi bizimkini aşan hayırsever bir varlık tarafından yönetiliyorsa onun yaptığı düzeltmelerin bize çoğu zaman için hayırseverlikten ve bilgelikten uzak görüneceğini ve buna rağmen ona güven duymamızın oldukça sağ duyulu olmasını bekleyebiliriz. Bu beklenti Hristiyanlığı kabul ederken açıkça karşıt kanıtlarla karşı karşıya kalacağımız- ”eğer mümkünse seçilmişleri kandırabilecek” kadar güçlü kanıtlar- şeklinde uyarıldığımız gerçeğiyle daha da artar.

Ancak yine de bu Lewis’in Hristiyanlığı gibi dışarıdan birine yıkıcı karşı kanıt gibi gözükebilecek kanıtları göz ardı etmeye yarayacak içerikler üretecek kadar dikkatli olan en başarılı dini inançları komplo teorilerinden ayırma konusunda bir işe yaramaz. Kendine saygısı olan her ‘‘birther”** doğum sertifikalarına, örneğin Bay Obama’nın doğum sertifikasına, güvenilirlikten uzak bir belge gibi davranır. Hiç şüphe yok ki birther topluluğu içerisinde bu tutum bir çeşit yalıtkan etkiye sahiptir. Ancak geri kalanlarımız için bu yalnızca saçma bir tutumdur.

Ya da Wittgenstein’ın yaptığı gibi dinin bir doktrin değil ancak ”bir yaşam tarzı” olduğunu söylemek de basitçe yetersizdir. Dinlerin insanların seçebileceği ya da bırakabileceği bir ”yaşam tarzı” olarak teklif edilmek yerine en derin soruların tek doğru cevabı olarak görüldüğünü düşünmediğiniz sürece zoraki din değişimlerini, bağnazlığı, ön yargıyı, mezhep çatışmalarını ve favori dinlerimizi kolayca sorumlusu olarak görebileceğimiz uluslararası savaşları açıklamak oldukça zor olurdu. Ve öyleyse doğru cevap tam olarak Clifford’unki oluyor: yeterli kanıt olmadığı sürece bir şeye inanmak her zaman, her yerde ve herkes için yanlıştır.

Birleşik Krallık’taki hiçbir devlet okulu jeoloji hakkında hoşuna giden şeyleri öğretemez: onlar örneğin atmosferdeki karbondioksidin en büyük kaynaklarından birinin fosil yakıtların yakılması olduğunu öğretmelidir. Ancak bunun aksine devlet elinde yürütülen okulların yaklaşık üçte biri –”inanç okulları”– din hakkında hoşlarına ne gidiyorsa onu öğretebilir. Ve yine de bu okulların öğrettiği şeylerin doğru olmadığına dair herhangi birinin herhangi bir şey için sahip olabileceği kadar kanıtımız olmasına rağmen bu okullara ödemeye devam ediyoruz. Sonuç olarak Clifford’un Victoria Devri İngiltere’si için yazdıkları az çok bugün için de doğru gibi görünüyor.

Londra’daki bir çocuğun bizim zamanımızda hilekarlıkla kurulmuş ve saflıkla yayılmış cinsten yalnızca vahşilere uyacak inançlarla çevrili bir atmosferde büyüyecek olması oldukça olasıdır.

Açıkça çok hayati bir mesele olan çocuklarımıza ne öğreteceğimiz konusunda mevcut politikaları domine eden düşünce yapısı Clifford’unki değil James’in ve Wittgenstein’ınkilerdir. Dini inançlar özel bir saygı talep edecek şekilde ”özel” olarak görülür. Özel falan değiller; sadece dümdüz yanlışlar. Ve Clifford’un gösterdiği gibi artık daha fazla saygıyı ya da finansmanı ”birther”, ”truther”*** ya da Elvis dirilişçileri gibi yapmacık absürtlüklerin -ki bunlar için gözlemenebilir hakikatlerde oldukça temel vardır-  hak ettiğinden daha fazla hak etmediklerini öğrenmekten aciziz gibi görünüyor.

Dipnotlar:

* Alice Harikalar Diyarında’ki ”Bazen kahvaltıdan önce altı imkansız şeye inandığım olmuştur” repliğine gönderme.

** Birtherlar (doğum anlamına gelen ”birth” kelimesinden türeme), 2008 yılında Obama başkanlık kampanyasını yürütürken ABD’nin anayasasında başkan olmak için şart koşulan Amerika’da doğmuş olma şartını Obama’nın taşımadığını iddia eden siyasi bir gruptu.

*** Trutherlar (gerçek anlamına gelen ”truth” kelimesinden türeme) 9/11 saldırısının El-Kaide tarafından gerçekleştirilmediğini savunan bir komplo teorisi grubudur.


Arif Ahmed- “The sin of believing”, (Erişim Tarihi: 04.07.2020), Erişim Kaynağı: https://www.the-tls.co.uk/articles/ethics-belief-faith/

Çevirmen: Yiğit Aras Tarım

Çeviri Editörü: Berk Celayir

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Kötü bir Tanrı’nın Varlığına Yönelik Kümülatif Bir Sebep – Jonathan David Garner

Sonraki Gönderi

Ted Drange’nin Yaratılış-Karşıtı Argümanı – Jeffery Jay Lowder

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü